Site Sahibi: HüLyA( Bismillahirrahmanirrahim ) |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
BiLgiLeneLim:
____________________________________________
Allah-u Teâlâ’nın Kulunu Anması:
______________________________________________
Zikrullah taatlerin efdalidir. Çünkü zikrin sevabı Allah-u Teâlâ’nın kulunu zikretmesidir.
Âyet-i kerime’sinde:
“Siz beni zikredin ki ben de sizi zikredeyim.” buyuruyor. (Bakara: 152)
Bu Âyet-i kerime’ye birçok mânâlar verilmiştir.
Şöyle ki;
Bana itaat ederek siz beni zikrediniz, ben de sizi rahmetimle mağfiretimle zikredeyim.
Siz beni duâ ile zikrediniz, ben de isteklerinizi size vererek sizi zikredeyim.
Siz beni övgü ile zikrediniz, ben de sizi övgü ile nimetlerle zikredeyim.
Siz beni ihlâs ile zikrediniz, ben de sizi halâsla, kurtuluşla zikredeyim.
Siz beni dünyâda zikrediniz, ben de sizi ahirette zikredeyim.
Siz beni refahınız rahatınız zamanında zikrediniz, ben de sizi belâ ve musibete uğradığınız zaman zikredeyim.
Siz beni ibadetle zikrediniz, ben de sizi yardımımla, inayetimle zikredeyim.
Siz beni yolumda cihadla zikrediniz, ben de sizi hidayetimle zikredeyim.
Siz benim ulûhiyetimi kabul ederek zikrediniz, ben de sizi kulluğa kabul ile zikredeyim.
Her ibadetin belli bir şartı olduğu halde, zikrullah için hiçbir şart yoktur. Ayakta, oturarak, yatarak bile zikretmek câizdir. Abdestli olmak efdal olduğu halde, abdestsiz olarak da yapılabilir.
AYIP ÖRTMEK
______________________________________________
Başkalarının kusur, eksiklik, utanılacak şey, suç, cürüm, şeref ve haysiyete aykırı davranış, nezaket ve terbiye dışı, fena, kötü, utanç verici şey cinsinden yaptığı işlerin duyulmasını, görülmesini önlemek, yayılmasına mani olmak. Toplumu ve insanları kötülüklerden korumak için işlenen ayıpları örtmek ahlâkî faziletlerin başında gelir. Böylece İslâm'ın övdüğü, müslümanlarda bulunmasını istediği faziletlerden birisi de başkalarının ayıp ve kusurlarını örtmek ve gizlemektir. Buna karşılık; bir müslümanı küçük düşürmek, şahsiyetini lekelemek ve onu rezil etmek için ayıplarını araştırmak ve başkalarına anlatıp açıklamak ise büyük bir ahlâksızlık olup, İslâm tarafından yasaklanmıştır. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
"Müslümanların ayıplarını (ve gizli şeylerini) araştırmayın..." (el-Hucurât, 49/12). Resulullah da bir hadiste: Birbirinizin özel ve mahrem hayatını araştırmayın" (Müslim, Birr ve Sıla, 30) diye buyurmaktadır.
Resulullah (s.a.s.) başka bir hadislerinde şöyle buyurmaktadır:
"Her kim bir müslüman kardeşinin ayıp ve kusurlarını, kimsenin görmediği ve görmesini istemediği şeylerini örterse, Allah'u Teâlâ da kıyamet gününde onun ayıplarını örter. Her kim müslüman kardeşinin meydana çıkmasını istemediği birşeyini ortaya çıkarır ve dile verirse; Allah da onun ayıplarını, kimsenin bilmesini istemediği hallerini meydana çıkarır. Bu suretle kendi evi içinde de olsa onu rezil eder. Müslüman kardeşinin ayıplarını örten, bir ölüyü diriltmiş gibidir. " (Buhârî, Mezâlim, 3; Müslim, Birr, 58; Tirmizî, Birr ve Sıla, 85)
Müslümanın ayıp araştırması değil, bilâkis gördüğü ayıp ve kusurları örtmesi gerekir. Diğer bir hadis-i şerifte: Kim bir müslümanın ayıbını dilerse Allah da kıyamet gününde onun ayıbını örter. " (Ebû Dâvud, Edeb, 39), Kim bir ayıp görür de örterse sanki kabrine diri gömülmüş bir yavruya can vermiş gibi olur. " (Ebû Dâvud, Edeb, 38) buyurulmuştur.
İnsan başkalarının ayıp ve kusurunu değil, kendi ayıp ve kusurunu görmeye çalışmalıdır. Peygamber Efendimiz (s.a.s.): Kendi ayıbı, insanların ayıbını görmekten alıkoyan kimseye müjdeler olsun. " (Aclûnî, Keşfu'l-Hafa, II, 46) buyurmuştur.
Ayıpların araştırılıp ortaya dökülmesi; insanları birbirine düşürmekten, aralarında kin ve düşmanlık tohumları ekmekten, fenalıkların yayılmasından başka bir şeye yaramaz. İnsanların gizli kalmış kusurlarını açıklamak, herkese duyurmak onların utanma duygularının yok olmasına, sosyal kontrolün azalmasına ve böylece ahlâksızlığın süratle yayılmasına da sebep olur. Resulullah: Müslümanların ayıplarını, gizli hallerini araştırmağa kalkışırsan, onları ifsad eder (ahlâklarını bozar) veya ifsada yaklaştırmış olursun, " (Riyazü's-Sâlihin, III,154) buyurmuştur.
Peygamberimiz ve ashabı, kimsenin ayıplarını araştırmamış ve araştıranları da şiddetle kınamıştır. Peygamberimiz'in: "Din kardeşini bir suçundan dolayı ayıplayan kimse, o suçu (günahı) kendisi de işlemedikçe ölmez. " (Tirmizî, Kıyâme, 53) uyarısını da hiç bir zaman unutmamak gerekir.
Bir gün Hz. Ömer'in yanına bir adam geldi ve ona şöyle dedi: "Benim bir kızım var, cahiliye devrinde onu diri diri toprağa gömmüş, sonra da ölmeden çıkarmıştık. İslâmiyet geldikten sonra ben de kızım da müslüman olduk. Fakat kızım Allah'ın yasakladığı bir şeyi yaptı ve had vurulması icab etti. Bunun üzerine, bizim bulunmadığımız bir yerde bıçakla kendisini kesmek istemiş. Biz durumu haber alır almaz koştuk, fakat boyun damarlarından birini kesmişti. Hemen tedavî ettik, iyileşti. Yaptığına pişman oldu. Tövbe ederek bir daha böyle bir şey yapmamaya karar verdi. Bir kabileden dünür geldi. Ben de olanları olduğu gibi anlattım." Hz. Ömer, adamın bu sözlerine kızarak:
"-Allah'u Teâlâ'nın gizlediğini açığa mı vuruyorsun? Vallahi eğer kızın başından geçenleri başka birine daha anlatırsan herkesten önce cezanı ben veririm. Git, kızı diğer müslüman, temiz kızlar gibi evlendir dedi." (Y. Kândehlevî, Hadislerle Müslümanlık, III, 1021).
Müslümanların başkalarının günah ve kusurlarını, işledikleri ayıpları örtmeye çalışmaları nasıl önemli bir ahlâkî görevleri ise; aynı şekilde kendi günah ve kusurlarını da ifşâ etmemeleri gerekir. Aşağıdaki hadîs-i şerif bize bu konuda da titiz davranmamız gerektiğini göstermektedir. Resulullah (s.a.s.) şöyle buyuruyor:
"Fenalıklarını açığa vuranlardan başka bütün ümmetim, halkın dilinden ve elinden salimdir. "
"Bir adam bir gece fenalığı yapıp da Cenâb-ı Hak onu örtmüş iken:
"Ey filânca ben dün gere Şöyle şöyle yaptım demesi, suçunu ilân ve teşhirdir. Halbuki o, geceyi Allah'ın setrine mazhar olarak geçirmişti. Allah'ın örttüğü bu suçu sabahleyin teşhir etmiş, açıklamış bulunuyor. " (Riyazü's-Salihîn, I, 282).
Rabîatü'l-Adeviyye: "Kul Allah'ın sevgisini tattığı zaman, Allah onu kendi kusurlarına muttali kılar, böylece başkalarının kusurunu görmez olur" der.
Bu ayet-i kerime ve hadis-i şerifler, toplum içinde yardımlaşmak, birlikte iyi geçinmek, yapılan fenalıkları ve ayıpları örterek arkadaşlığı, dostluğu kuvvetlendirmek, dostça yaşamayı isteklendirmek ayıp ve günahları teşhir etmeden önlemek gibi insanî ve İslâmî faziletlerimizi belirtmektedir.
SIRAT-I MÜSTAKİM
______________________________________________
İslâm, Peygamberlerin yolu, vasat ümmetin yolu, kulluk, hak yol, din, Sebil-i Rüşd, Sebilü'r-Reşad, hidayet, hakikat, Sünnet yolu, en doğru yol.
Kur'an-ı Kerim'de Sırat-ı Müstakim çok çeşitli biçimlerde bir çok âyetlerde vurgulanmaktadır.
el-Fatiha'da "Bizi doğru yola, (Sırat-ı Müstakim'e) kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet..." buyrulur (el-Fatiha,1/5-7). Allahu Teâlâ insanlık tarihi boyunca insanları doğru yola çağıran peygamberler gönderdi. Son olarak alemlere rahmet Hz. Muhammed (s.a.s)'i gönderdi ve ona bir hidayet olan Kur'an'ı vahyetti. Kur'an'da Allah, doğru yolu açıkladı ve Hz. Peygamber de o yola davet etti, vahyi tebliğ etti. Kur'an-ı Kerim'de tekrar tekrar vurgulanan Sırat-ı Müstakim Allah'ın nimet verdiklerinin yoludur.
Maide süresinde "Seva es-Sebil" (ana yol, hak yol, dosdoğru yol, Allah'ın yolu) şeklindeki ifade şöyle açıklanmaktadır: "Seva es-Sebil, kişiye tüm güçlerini, yeteneklerini ve melekelerini geliştirme imkanı veren, özlemlerini, arzularını, duygularını, bedeninin ve ruhunun isteklerini uygun şekilde gideren ve doyuran, başka insanlarla çok yönlü karmaşık ilişkilerini dengede ve insanlığın iyiliği için kullanma ve değerlendirmede bireysel ve toplumsal hayatında onu yönlendiren hayat tarzıdır. Kısaca, bireyin ve toplumun manevî, ahlakî, sosyal, fizikî, ekonomik, siyasal ve uluslararası sorunlarını doğru, düzgün, sağlam ve adaletli biçimde çöımesini sağlayan hayat tarzıdır... Kuranda Seva es-Sebil ve Sırat-ı Müstakim, doğru yol olarak nitelenmiştir. İnsan kendisini sayısız, yanlış ve eğri yolların çukurlarından kurtarıp götürecek doğru yolu çizemez. Bu bakımdan Allah büyük lütfuyla insanlığa doğru yolu göstermek için düzenlemelerde bulunmuştu
GIYBET
______________________________________________
Bir kimsenin gıyabında hoşlanmayacağı bir söz söylemek, çekiştirmek; meydanda olmama, kaybolma hâli.
Gıybet, bir kimsenin arkasından hoşuna gitmeyecek şeyleri söylemek, başka bir deyimle, kendimize söylendiği zaman hoşlanmayacağımız bir şeyi, din kardeşimiz hakkında arkasından konuşmamız anlamına gelir. Halk arasında dedikodu, gıybet ile aynı anlamda kullanılır.
Gıybet, insan veya insanla ilgili birtakım şeyler üzerinde olur. Kişinin bedeni, nesebi, ahlâkı, işi, dini, dünyası, elbisesi, evi, bineği... dedikodu konusu olabilir. Gözün şaşılığı, saçların döküklüğü, uzun veya kısa boyluluk, siyah veya sarı renkte olmak... Bunlardan alaylı bir şekilde bahsedilmesi sözkonusu kişinin kalbini kırar.
Kur'an ve Sünnet, gıybeti yasaklamıştır: "Bir kısmınız diğerlerinizin gıybetini yapmasın. Sizden biriniz ölmüş kardeşinin etini yemek ister mi? Bundan tiksindiniz değil mi?" (el-Hucurat, 49/12); "Gıybet, kardeşini hoşuna gitmeyecek şekilde anmandır" (Tirmizî, Birr, 23; Dârimî, Rikat, 6; Mâlik, Muvatta, Kelâm,10; Ahmed b. Hanbel, II, 384, 386).
Başkalarına kardeşinin ayıplarını anlatmak onun hoşuna gitmeyecek şeyleri söylemek demek olduğundan, ancak dil ile söylemek haram olmuştur. Kaş-göz işareti yapmak, imâ, işaret ve yazı gibi gıybet anlamı ifade eden her hareket de gıybettendir. Meselâ elle birisinin uzun veya kısa boyluluğuna işaret etmek, bir şahsın ayıpları hakkında yazı yazmak gıybettir. Gıybeti tasdik etmek de gıybettir. Gıybet yapılan yerde susan kişi gıybete ortak olmuş olur. Diliyle gıybetçiye karşı duramayanın kalbiyle inkâr etmesi gerekir. (İmam Gazzâli, Zübdetü'l-İhya, Trc: Ali Özek, İstanbul 1969, 362, 363). Allah Resulu şöyle buyurur: "Bir kimse yanında hakarete maruz kalan bir mümine gücü yettiği halde yardım etmezse, Allah o kimseyi kıyâmet gününde insanların önünde rezil eder" (Tebarâni).
- "Her kim gıyabında kardeşinin kusurlarını söyletmezse, kıyâmet gününde Allah da onun kusurlarını örtmeyi tekeffül eder" (İbn Ebi'd-Dünya).
- "Ey kalbiyle değil, sadece diliyle iman edenler topluluğu! Müslümanların gıybetini yapmayınız, ayıplarını araştırmayınız. Zira kim kardeşinin ayıp ve kusurlarını araştırırsa Allah do onun kusurlarını araştırır. Allah, kimin kusurunu araştırırsa onu evinin içinde bile olsa rezil ve rüsva eder (Ebû Dâvud, İbn Ebî Dünya).
İslam dininde kardeşlik olgusunun, "Müminler ancak kardeştir. İhtilaf ettikleri zaman, iki kardeşinizin arasını düzeltin; ve sakının ki, merhamet olunasınız" (el-Hucurat, 49/10) ilâhi buyruğu ile kurulmuş olması, İslâm toplumunu bu iman kardeşliği üzerinde yükselen güçlü bir toplum yapmaktadır. Böyle bir toplumda gıybet yoktur. Çünkü, Hz. Peygamber (s.a.s)'in buyurduğu gibi, "Mümin müminin aynasıdır. Mümin iki el gibidir, birisi diğerini temizler." Bu ölçüler, toplumu fitne ve bozgunculuktan uzak tutar.
Gıybetin sebepleri:
1. İntikam duygusunu tatmin, 2. Arkadaşlara muvafakat, 3. Gösteriş ve büyüklük; başkalarını küçültme, kendini büyütme, 4. Kıskançlık, 5. Hoşça vakit geçirmek, güldürmek için başkalarının ayıp ve kusurlarının ortaya serilmesi, 6. Küçük düşürmek için alay (Gazzâlî, İhyâu Ulûmiddin, Trc: Ali Arslan, İstanbul 19'72; VI, 522 vd).
Gıybetten korunmak için kişinin öncelikle kendi kusurlarıyla uğraşması gerekir. Şuralarda gıybet câizdir:
1) Haksızlık karşısında: "Hak sahibinin söz hakkı vardır" (Buhârî, Müslim).
2) Fetva istemede: Utbe kızı Hind, Resulullah'a gelerek kocası Ebû Süfyan'ı cimriliğiyle, çok az nafaka bırakmasıyla çekiştirmiş ve kocasının malından haberi olmadan alıp alamayacağını sormuştu. Allah Resulu de "Sana ve çocuğuna yetecek miktarda, iyilikle al" buyurdu.
3) Bir kimseyi kötülükten menetmek:
4) Kişiyi meşhur olan lakabıyla anmak.
5) Kişinin fısk-u fücûrunu alenen yapması, yaptıklarından dolayı gurur duyması, yaptıklarının söylenmesinden dolayı üzüntü duymamasıdır. Yaptıklarıyla övünmesi yüzünden onları anmak gıybet sayılmaz.
Gıybetçinin günâhtan kurtulması için pişmanlık duyması, tövbe etmesi, gıybetini yaptığı kimse ile helâlleşmesi gerekir. Gıybeti yapılan da merhametli davranır, affeder. Düstur: "affa yapış(mak), iyiyi emret(mek), cahillerden uzak ol(maktır) (el-A'râf, 7/ 199).
AŞERE-İ MÜBEŞŞERE
______________________________________________
Hayatta iken Hz. Peygamber (s.a.s.) tarafından Cennet'le müjdelenen ashabın ileri gelenlerinden on kişi için kullanılan bir tabir.
Kur'an-ı Kerîm'de bu hususta herhangi bir delil mevcut olmamakla birlikte, Resulullah'ın sahîh hadisleriyle sabit olan bu ashabın Cennetlik oluşları, İslâm'ın genel prensipleri dahilinde gayet tabi bir olaydır. Aşere-i Mübeşşere tabirinin yanısıra "el-mubeşşirun bi'l-Cenneh" tabiri de bu sahabeler hakkında kullanılmıştır. Bu meşhur on sahabi şunlardır: Hz. Ebû Bekr (ö. 634), Hz. Ömer (ö. 643), Hz. Osman (ö. 655). Hz. Ali (ö. 660), Hz. Abdurrahman b. Avf (ö. 652), Hz. Ebû Ubeyde b. el-Cerrâh (ö. 639), Hz. Talha b. Ubeydullah (ö. 656), Hz. Zubeyr b. Avvam (ö. 656), Hz. Sa'd b. Ebi Vakkâs (ö. 674), Hz. Said b. Zeyd (ö. 671).
Bu büyük sahabilerin kendilerine has özellikleri vardır. Meselâ: Mekke'de ilk müslüman olan bu şahsiyetler Hz. Peygamber'e ve İslâm davasına büyük katkıları olan kişilerdir. Bu büyük sahabilerin hepsi İslâm devletinin müşriklere karşı giriştiği ilk büyük cihat hareketi olan Bedir gazvesinde bulundukları gibi, Hz. Peygamber'e, O'nu ve İslâm'ı sonuna kadar koruyacaklarına dair Hudeybiye gününde ağaç altında Bey'at etmişlerdir. İslâm akidesi için Allah yolunda en yakın akrabalarına karşı çarpışmaktan geri durmamışlardır. Hadis âlimlerinden bazıları eserlerine bu on sahabinin rivayet ettikleri hadîslerle başlamışlardır. Ayrıca sırf Aşere-i Mübeşşere'nin hayatlarını konu alan müstakil eserler kaleme alınmıştır. Bunların faziletleri ve Resulullah tarafından Cennet'le müjdelendikleri sahih hadis kaynak ve mecmualarında sabittir. (Tirmizî, Menâkıb, 25; Ahmed b. Hanbel, I, 193)
ÂHİR ZAMAN
______________________________________________
Hz. Peygamber (s.a.s.)'in İslâm'ı tebliğinden başlayıp kıyametin kopmasına kadar geçecek olan müddet hakkında kullanılan bir terim.
Bu tarif çerçevesinde Resulullah'a "Âhir zaman Peygamberi" denilmektedir. Bunun anlamı da "Son Peygamber" demektir.
Bizden önce yaşamış ümmetlerin geçirdikleri zamanın tümü bir gün içinde sabahtan ikindiye kadar geçen zamana; bu ümmetin yaşadığı zaman ise ikindiden akşama kadar geçen vakte benzetilmiştir. Kıyametin yaklaştığı zamana da aynı şekilde "Âhir zaman" denilmektedir. Bu zamanın kesin olarak ne zaman başlayacağı da belli olmadığı için sadece bu döneme yakın bazı belirgin alâmetlerin görüleceği ifade edilmiştir (geniş bilgi için bk. Kıyamet ve Kıyamet Alâmetleri).
İslâm'da âhir zaman denince dünya hayatının son dilimi ve son dönemi hatıra gelmektedir. Zira akidemize göre başlangıcı olan bu âlemin mutlak sonu da vardır. Fakat bu sonun kesin olarak zamanı bildirilmemiştir. Bu bilgi yalnız Allah'a mahsustur. Ancak İslâm akidesini bozmak isteyen bazı batıl inanç sahipleri bu konuda tarihler vererek belirlenmemiş ve belirlenmediği nasslarla sabit olan bir hususta (el-A'raf, 7/187; Lokman, 81/34; Cibril Hadisi)bazı tahmini rakamlar vermektedirler. Ancak, Hz. Peygamber'in gelişi ile kıyamete yakın olan son dilimin başladığı hususunda İslâm bilginleri de görüş belirtmişlerdir. Âhir zamana İslâm'ın M.VII. yüzyılın başlarında yani 610 yılında vahyin başlamasıyla girildiği hususunda bazı hadislerde işaretler vardır (Müslim, Fiten, 132 vd.) Başlangıcı hakkında işaretler verilmişse de sonu ile ilgili net bir bilgi vermek imkanı bulamıyoruz.
La İlahe İllallah Demenİn Fazİletİ
______________________________________________
Ebu hureyre ( r.a. ) şöyle dedi: Resulullah ( s.a.s )'a dedim ki: Ya Resulullah, kıyamet gününde şefaatine en çok mutlu olacak sevinecek insan kimdir. Diye sordum. Resulullah ( a.s. ); Ey eba hureyre senin hadis nakletmeye olan gayretini bildiğim için ben zaten bu soruyu senden önce başkasının sormayacağını biliyordum. Kıyamet gününde şefaatim ile en fazla mutlu olacak kişi; halis bir şekilde kalbinden " La ilahe ill " diyendir. ( Buhari )
Ubade b. Sabit'ten; Resulullah ( a.s.) şöyle buyurdu. Kim şehadet ederse ki Allah ( c.c.)'dan başka ilah yoktur. Sadece O vardır ve O'nun hiçbir ortağı yoktur. Muhammed ( s. a. s. ) O'nun kulu ve Resulüdür. İsa ( a.s. ) O'nun kulu ve Resuludür. Allah ( c.c.)'nın Meryem'in rahmine attığı kelimesidir. ( Yani ol emriyle olmuştur. ) ve Allah ( c.c. ) tarafından rahmettir. Ve şehadet ederse ki cennet ve cehennem haktır ameli ne olursa olsun Allah onu cennete sokar ( Şeyhan ve Tirmizi )
Cenade rivayetinde: Cennetin 8 kapısının hangisinden isterse ondan girer. ( Buhari ve Müslim )
Allah’ın Varlığının Delilleri Nelerdir
______________________________________________
Varın ispatı, yokun ispatından her zaman daha kolaydır. Bir elma cinsinin yeryüzünde bulunduğunu, bir tek elmayı göstermekle ispat edebiliriz. Halbuki yokluğunu iddia eden kimse bütün yeryüzünü, hatta kainatı dolaşıp, ancak ondan sonra onun yokluğunu ispat edebilir. Bu ise, imkansızlık çapında bir zorluk demektir. Öyleyse diyebiliriz ki; yok, hiçbir zaman ispat edilemez…
Bir sarayın kapılarından 999′u açık, biri kapalı olsa, kimse o saraya girilemeyeceğini iddia edemez. İşte inkarcı, devamlı surette kapalı olan o bir tek kapıyı nazara verip onu göstermek ister. Aslında o kapı da, onun ve onun gibi olanların gözlerine çekilmiş perde sebebiyle onların ruh dünyalarına kapalıdır. Mümin için kapalı kapı yoktur. Yeter ki gözlerini yummasın!… Zaten 999′u herkese açıktır. Hem de ardına kadar… İşte o kapı ve o delillerden birkaçı :
İmkân Delili: İmkân, olmanın da olmama kadar eşit ihtimale sahip olması demektir. Günlük konuşmalarımızda da mümkün erken olabilirde olmayabilir de manasını kast ederiz. Yaratılmış olun her varlı bize şu gerçeği haykırır: Benim olmamla olmamam eşit idi. Şu ana ben varsam var olmamı yoklukta kalmama tercih eden biri var demektir. O ise Ancak Allahtır.
Hudus delili: Hudus, sonradan olma demektir. Hudusun en büyük delili değişmedir. Bir varlıkta değişme varsa bu hareketin bir ilk noktası olacaktır. İşte o noktadan önce o şey varlık sahasına çıkmamıştı. Henüz yoklukta isen var olmayı kendi kendine irade edemeyeceğine ve buna güç yetiremeyeceğine göre bu var oluş Allahın yaratmasıyla gerçekleşmiş demektir. Maddenin termodinamik kanununa göre sürekli yokluğa doğru kayması, kainatın durmadan genişlemesi, güneşin süratle tükenişe doğru yol alması gibi vakıalar, bu varlık aleminin bir başlangıcı olduğunu gösteriyor.
San’at: Atomdan insana, hücreden galaksilere kadar bütün kainatta, ince ve baş döndürücü bir sanat göze çarpmaktadır. Evet, bir baştan bir başa kainattaki her eser şu özelliklere sahiptir:
• Büyük sanat değeri taşır.
• Çok kıymetlidir.
• Çok kısa zamanda ve çok kolay yapılmaktadır.
• Çok sayıda olmaktadır.
• Karışık ve çeşit çeşittir.
• Devamlıdır.
Halbuki, kısa zamanda, çok sayıda, kolay ve karışık yapılan işlerde san’at ve kıymet olmaması gerekir. Ancak yapan Allah (c.c.) olursa, o zaman her şey değişir ve zıtlar bir araya gelebilir!..
Devir ve Teselsülün Muhal olması: Devrin muhal olduğu şu misalle açıklanıyor. Bir yumurtayı tavuğun yaptığını iddia eden adama soruyorsunuz. Tavuğu kim yaptı? Buna karşılık onun çıktığı yumurtayı gösteriyor. Buna göre tavuğu aradan çıkardığımızda yumurta yumurtayı yapmış oluyor. Bu ise muhaldir. Teselsül ise bir şeyin silsile halinde ta ilk noktasına kadar gidip o ilk varlığı kimin yaptığını sormak suretiyle Allahın varlığını ispat metodudur. Yani bu meyveyi şu ağaç yaptı, o bir önceki meyveden oldu, o da bir önceki ağaçtan. Böylece ilk ağaca yahut ilk meyveye kadar varıyor ve soruyoruz : Bunu kim yarattı diye .
Kur’an yolu devir ve teselsülden çok farklıdır. Yumurtayı kim yaptı? Yahut meyveyi kim yaptı? sorusunun cevabı, doğrudan doğruya, “Allah yarattı” diye cevap verilir. İlim, irade, şefkat, merhamet kavramlarından bir nasibi olmayan, insanı tanımayan, hikmetten, sanattan anlamayan bu sebeplerin (tavuğun ve ağacın) sonucun yaratılmasında hiçbir tesirleri olmadığı ispat edilir. Böylece devir yahut teselsül deliline gerek duyulmaz.
Hikmet ve gaye delili: Her varlıkta kendisine mahsus bir gaye, bir maksat, bir fayda takip edildiği göze çarpmakta ve hiçbir şeyde gayesizlik, manasızlık ve israf sayılacak herhangi bir durum müşahede edilmemektedir. Hâlbuki, ne madde aleminde, ne bitki ve hayvanat dünyasında, ne de eşya ve hadiselerde şuur ve idrak mevcut değildir ki, bu gayeler silsilesi takip edilebilsin. Öyle ise, kainattaki bu şuurlu işleyişi ve bu hikmet ve gayeleri ancak Allaha isnat etmekle makul bir yol tutmuş olabiliriz.
Yardımlaşma delili: Yağmurun toprağın imdadını, güneşin gözlerin yardımına koşmalarından, ta havanın kanı temizlemesine kadar, bu alem bir yardımlaşma hareketiyle adeta dolup taşmaktadır. Bu yardımlaşmayı yapan taraflar birbirlerini tanımamakta, bilmemektedirler Öyle ise bu merhametli icraatı sebeplere vermek mümkün değildir.
Temizlik: Kainattaki nezafet ve temizlik, başlı başına bir delil olarak, bize Kuddüs ismiyle müsemma bir Zat’ı (c.c.) anlatmaktadır. Toprağı temizleyen bakteriler, böcekler, karıncalar ve nice yırtıcı kuşlar; rüzgar, yağmur ve kar; denizlerde buzullar ve balıklar; fezamızda atmosfer, semada kara delikler; bünyemizde kanımızı temizleyen oksijen ve ruhumuzu sıkıntılardan kurtaran manevi esintiler, hep Kuddüs isminden haber vermekte ve o ismin verasındaki Zat-ı Mukaddes’i göstermektedir.
Simalar: Herhangi bir insanın siması, en ince teferruatına kadar kendisinden evvel geçmiş milyarlarca insandan hiçbirisine kat’iyen benzememektedir. Bu kaide, kendisinden sonra gelecekler için de aynen geçerlidir. Bir cihette birbirinin aynı, diğer cihette birbirinden ayrı milyarlarca resmi küçücük bir alanda çizip, sonra da kendileri gibi olması mümkün, milyarlarca resimden ayırmak ve her şeyi sonsuz ihtimal yolları içinde bir yola ve bir şekle sokmak, elbette ve elbette yarattığı her varlığı, hem de hiç kapalı bir yanı kalmamak üzere bilen ve o varlığa istediği şekli vermeye gücü ve ilmi yeten Cenab-ı Hakk’ı en sağır kulaklara dahi duyuracak kuvvette bir ilandır.
Fıtrat ve Vicdan Delili: Allahı tanımanın sayılamayacak kadar çok delil ve işaretleri insanın yaratılışında, fıtratında mevcuttur. Bunlardan sadece örnek: İnsan fıtratı ve vicdanı her nimetin mutlaka şükür istediğini bilir. Bir peygambere kavuşmuş ve hidayete ermişse şükrünü Allaha yapar. Aksi hale batıl mabutlara tapar. Bu tapma insan vicdanın insanı zorlamasıyla gerçekleşir. Güzelliği takdir hissi de insan fıtratında mevcuttur. Sergiler, fuarlar bu his ile gerçekleşir. İnsan bu yaratılışının gereği olarak, şu sema yüzünde sergilenen yıldızları, zemin yüzünde boy gösteren çiçekleri, ağaçları, ormanları dolduran ceylanları, aslanları, denizlerde kaynaşan balıkları seyretmek ve onlardaki İlâhî sanatın mükemmelliğini takdir etmek durumundadır.
Tarih: Dinler tarihi şahittir ki, beşeriyet hiçbir devrini dinsiz geçirmemiştir. Batıl, hatta gülünç dahi olsa, hemen her devirde bir dine inanmış ve bir manevi sistemi takip etmiştir. İnsan fıtratına bu Allah koymuştur ve insan ona inanmakla mükelleftir.
Kur’an: Kur’an-ı Kerim’in Kelamullah olduğunu ispat eden bütün deliller, aynı zamanda Cenab-ı Hakk’ın varlığını da ispat eder durumdadır. Kur’an’ın Allah kelamı olduğuna dair yüzlerce delil vardır ve bunlar, o mevzu ile alakalı İslam kaynaklarında en ince teferruatına kadar mevcuttur. Bütün bu deliller, kendilerine mahsus dilleriyle “Allah vardır” derler.
Peygamberler: Peygamberlerin ve bilhassa Peygamberler Efendisi İki Cihan Serveri’nin (s.a.v.) peygamberliğini ispat eden bütün deliller de, yine Cenab-ı Hakk’ı anlatan delillere dahil edilmelidir. Zira Peygamberlerin varlıklarının gayesi, Tevhid; yani Allah’ın varlık ve birliğini ilan etmektir. Öyleyse, her peygamberin kendi peygamberliğini ispat eden bütün delilleri, aynı zamanda, Cenab-ı Hakk’ın varlığına da delil olmaktadır. Bir peygamberin hak nebi olduğunu ifade eden bütün deliller, aynı kuvvetle, hatta daha da öte bir kuvvetle “Allah vardır ve birdir” demektedir.
Allah'ın varlığını isbat eden deliller (isbat-ı vâcib)
______________________________________________
Allah'ın varlığını bize bildiren ve anlatan pek çok delil vardır. Bu delilleri başlıca 3 grupta toplamak mümkündür:
1. Dış âlemden yani, kâinattan çıkarılan tabiî deliller,
2. Akıl yoluyla elde edilen "metafizik" deliller.
3. İnsan tabiatından çıkarılan ahlâkî ve vicdanî deliller...
Dış Âlemden Çıkarılan Tabiî Deliller:
Allah'ın varlığına en büyük delil, şu muhteşem kâinat ve o kâinat içinde yaşayan varlıklar, cereyan eden işler ve olaylardır. Kâinat, âdeta bir kitab gibi, her cümlesi, her satırı, her kelimesi ve her harfiyle Allah'ın varlığını göstermekte; birliğini isbat etmektedir.
Kâinatın Allah'ın varlığına olan bu şehadeti, şu cümlede vecîz bir şekilde ifade edilmiştir:
وَفِى كُلِّ شَىْءٍ لَهُ ايَةٌ تَدُّلُ عَلى اَنَّهُ وَاحِدٌ
"Kâinatta atomlardan galaksilere kadar her bir varlıkta, Allah'ın varlığına ve birliğine delâlet eden nice âyetler, işaretler, şehadetler vardır."
"Allah'a giden yollar, mahlûkatın nefesleri sayısıncadır" sözü de aynı mânayı ifade etmektedir.
Kâinat kitabının ihtiva ettiği bu delilleri, başlıca 4 grupta toplayabiliriz:
1. Hudûs (sonradan vâr olma) delilleri: Bunlar kâinatta görülen
varlıkların hal ve sıfatlarından çıkarılan delillerdir.
2. İmkân delilleri: Bunlar, âlemin yoktan vâr edilmesinden çıkarılan delillerdir.
3. Hareket delili: Maddede bulunan hareket özelliğinden çıkarılan delildir.
4. İbdâ ve gâye delili: Âlemdeki nizamdan ve her şey'in bir gâyeye göre yaratıldığı esasından çıkarılan delildir.
Şimdi bunları kısaca görelim:
Hudûs Delilleri:
______________________________________________
Bu âlemin hâdis olduğuna, yani, sonradan vâr olduğu ve bu bakımdan evveli olmayan kadîm bir yaratıcıya muhtaç bulunduğuna dair birçok deliller ile sürülmüştür. Bunları iki delil halinde hulâsa etmek mümkündür:
1. Cisimlerin hudûsu esasına dayanan delil.
2. İhtirâ (îcad etme) delili.
1 - Cisimlerin hudûsu esasına dayanan delil, İslâm İlâhiyat âlimleri olan Kelâmcıların delilidir. Bu delili şöyle bir kıyasla beyân ederler:
Bu âlem, sûreti ve maddesiyle hâdistir. Yani, cisimlerin sûreti de, maddesi de yok iken sonradan vâr edilmiştir.
Her hâdis mutlak bir muhdise (mûcid ve yaratıcıya) muhtaçtır. O halde bu âlem de bir muhdise muhtaçtır.
O da Allah Teâlâ'dır.
2 - İhtirâ delili:
Bu delil, Kur'an'da zikri geçen bir delildir. Kur'an'da yaratılış keyfiyetinden söz eden bütün âyetler, ihtirâ, yani, îcad delilini ifade etmektedir. Bu delili Kur'an'da ilk defa İslâm filozofu İbn-i Rüşd bulmuş ve ifade etmiştir.
Bu delilin hulâsası ise şudur:
Gökler ve yer, bitkiler ve hayvanlar v.b. görünen her şey, ihtirâ (îcad) olunmuştur.
Her ihtirâ olunana bir ihtirâ edici lâzımdır.
O halde şu mevcûdatın da bir ihtirâ edicisi vardır.
O da Allah Teâlâ'dır.
İmkân Esasına Dayanan Deliller:
______________________________________________
Bu metodla Allah'ın varlığını isbat, bâzı kelâm âlimleri ile İslâm feylesoflarının yoludur. Bu deliller de pek çoktur. En meşhuru, "Bu âlemin mümkin olması delili"dir. Bu delil, kıyas yoluyla şöyle ifade edilmiştir:
Bu âlem bir mümkinler mecmuasıdır.
(Mümkin; vücudu da, ademi de eşit olan, yani, vâr olması da yok olması da aklen câiz bulunan şey demektir.)
Her mümkin, vâr olabilmesi için yokluğuna varlığını tercih edecek bir müreccihe, müessir bir kuvvete muhtaçtır.
O halde mümkinler topluluğu olan bu âlem de, vâr olabilmek için böyle müessir bir kuvvete muhtaçtır.
O müessir kuvvet de, bu âlemin dışında, vücûdu zâtına vâcib olan bir varlıktır.
O da Allah'tır.
Maddede Bulunan
Hareket Vasıtasıyla Allah'ı İsbat Delili:
______________________________________________
Bâzı ilâhiyatçılar da, hudûs delilinde zikri geçen maddenin daima hareket hâlinde oluşundan çıkarılan bir delil ile, Allah'ı isbat ederler. Bu delilin hulâsası da şudur:
Şu âlemde bulunan madde ve ondaki hareket, bugün ilmen sâbittir.
Bu madde ve ondaki hareket, ezelî değildir.
Vücûdu vâcib olan Allah'ın îcadı ve tahrîki iledir.
Gerçekten de günümüzdeki gelişmeler, kâinatla ilgili ortaya konulan yeni bilgi ve teoriler, bize kâinatın kadîm ve ezelî olamıyacağını apaçık göstermektedir. Bilhâssa kâinatın doğuşu ile ilgili Bigbang teorisi, maddenin ezeliyet ve kıdemini temelden yıkmıştır.
İbdâ ve Gâye Delili:
______________________________________________
İbdâ': Bir şey'i, benzeri veya örneği olmadan güzel ve mükemmel bir şekilde vücuda getirmektir.
Gâye ise, bir şey'in neticesi; o şey'in varlığına bağlı fayda ve onun vücudunu gerektiren hikmet demektir.
Bu delil, Sokrat'tan bu yana, bütün ilâhiyatçı filozofların önem verdiği bir delildir. Diğer bir adı da "Nizam" delilidir. Kur'an-ı Kerîm'de âlemdeki ibdâ ve gâyeyi belirten pek çok âyet vardır. Büyük İslâm filozofu İbn-i Rüşd bu bakımdan bu delili, Kur'an'ın delillerinden sayar ve "inâyet delili" adını verir.
Bu delil, kâinatı ve kâinatın cüzlerini ve nevilerini bozulmaktan, dağılmaktan kurtarıp bütün hususiyetleriyle birlikte intizam altına alan ve kâinata hayat veren muhteşem bir nizamın varlığı esasına dayanmaktadır.
Kâinatta tecelli eden bütün hikmetlerin, faydaların menşe'i bu nizamdır. Kur'an'da varlıkların menfaat ve maslahatlarından bahseden bütün âyetler, bu nizamı göstermektedir. Binaenaleyh bütün maslahatların ve menfaatlerin mercii olan ve kâinata hayat veren böyle bir nizam, elbette bir Nâzım'ın vücuduna delâlet eder. Ayrıca o Nâzımın kasd ve hikmetini de gözler önüne serer.
Kâinat nizamının varlığı, bugün ilim ve fenler tarafından bütün
açıklığı ile ortaya konulmuştur. Çünkü, fen ilimlerindeki küllî kanunlar ve umumî prensipler, kâinat nizamının yükseklik ve güzelliğinin reddi imkânsız şâhidleridirler. Nizam olmasa, külliyet ve kanuniyetten söz edilemez, fen ilimlerinin varlığından bahsedilemezdi.
Allah'ın varlığını isbat sadedinde dış âlemden çıkarılan tabiî delillerin hulâsası budur. Konuyu İbn-Rüşd'ün şu cümlesiyle tamamlıyalım:
"Allah'ın varlığını tam mânasıyla anlamak ve bu hususta tam bir bilgi sahibi olmak isteyenler için, yeryüzündeki varlıkları incelemeleri vâcibdir. [Bu hususta yazılan ilmî eser ve incelemeleri okumak da kifâyet eder]. İnsanı Allah'ı bilmeye ve O'na inanmaya götüren en doğru yol da budur..."
Akıl Yoluyla Çıkarılan Metafizik Deliller:
______________________________________________
Batılı ilâhiyatçı filozoflar, Allah'ın varlığını isbat için birçok aklî deliller ileri sürmüşlerdir. Bunların en mühimi, modern felsefenin kurucusu olarak bilinen meşhur Fransız filozofu Dekart (Descartes) tarafından ifade edilen, "kemâl" ve "nâmütenâhî" fikirlerine istinad ettirilen iki metafizik delildir. Bu iki delil, birbirinin tamamlayıcısı mahiyetindedir. Hulâsası şudur:
İnsanın noksan bir varlık olmasına rağmen, nâmütenâhî (sonsuzluk) fikrini taşıması; kemâl sıfatlarına sâhip, nâmütenâhî bir varlığın vücudunu göstermektedir. O da bütün kemâllerin ve sonsuzluğun sâhibi Allah'tır.
Beşer Tabiatından Çıkarılan Ahlâkî ve Vicdanî Deliller:
______________________________________________
Bu konuda ileri sürülen başlıca deliller şunlardır:
1. İnsanlık tarihi ve umumun şehâdeti delili:
İnsanlık tarihi bize en ilkel devirlerden beri her asırda yaşayan insanlarda din inancının ve Allah fikrinin var olduğunu göstermektedir. Bütün insanlar her asırda İlâhî bir kudretin varlığına inanagelmişler ve bir dine sâhip olmuşlardır. Nereye gidilmişse orada basit ve bâtıl bile olsa, din ve Allah fikrine rastlanmıştır. Geçmiş devirlerde çeşitli şekillerde putlara tapanlar, ateşi, yıldızları takdîs edenler dahi bütün bunların üstünde büyük bir kudretin vâr olduğuna, her şey'i yaratan ve terbiye eden, esirgeyen sonsuz bir varlığın mevcudiyetine inanmışlar; dış âlemde taptıkları şeyleri O'na yaklaşmak için birer vesile edinmişlerdir. Cinsleri, devirleri ve memleketleri ayrı, birbirini tanımayan milletlerde görülen bu mutlak inanç birliği; din fikrinin umumî, Allah inancını fıtrî olduğunu isbat etmektedir.
Fıtrat yalan söylemeyeceği için, bütün insanlar arasında görülen bu fikir ve şuur birliği, yersiz ve asılsız bir şey olamaz.
O halde insanlık tarihinin ittifakla kabûl ettiği Allah fikri, şübhe götürmez bir gerçeği ortaya koymakta ve Cenâb-ı Hakk'ın varlığına kuvvetli bir delil teşkil etmektedir.
2. İnsanın fıtratından ve taşıdığı duygulardan çıkarılan deliller:
İnsanın duygularında, arzu ve isteklerinde bir sonsuzluk vardır. Ruhunda hayra ve güzelliğe doğru büyük bir meyil ve sonsuz bir hasret mevcuttur. Sonra insanlarda akıl ve idrâk, irade ve ihtiyar da bulunmaktadır. Mahdut ve noksan olduğu halde, sonsuz bir hayra ve en mükemmele doğru yönelen bu duygular, şübhe yok ki, sonsuz ve ekmel olan bir varlığın yani Allah'ın mevcudiyetini isbat etmektedir.
Ayrıca, insan fıtrat ve vicdanında, düşmanlarına mukabil istinad noktası, ihtiyaçları karşısında da istimdad noktası olmak üzere iki zarurî hakikat vardır. Bu hakikatler, ancak Allah'ın varlığına dayanır ve O'nun sonsuz kudretinden yardım görürse bir mâna ve değer kazanabilir. Her vicdanda ve fıtratta bulunan bu istinad ve istimdat noktaları, Allah'ın varlığını gösteren birer pencere olmaktadır. Bu bakımdan insan aklı, düşünme melekesini kaybetse bile, vicdan Allah'ı unutmaz.
Allah'ın varlığını isbat için serdedilen delillerin umumî bir değerlendirilmesini yapacak olursak:
Kelâmcıların kullandıkları hudûs ve imkân delilleri, uzun ve anlaşılması zor delillerdir. Bu sebeble vehimlerden uzak kalamamıştır.
Filozof ve ilâhiyatçıların aklî delilleri ise, o da vesveselerden bütünüyle uzak değildir.
Bunlar dışında, Kur'an'ın ortaya koyduğu 2 delil vardır ki, bunlar Allah'ın varlığını isbat (isbât-ı vâcib) konusunda serdedilen delillerin en kuvvetlisi, en sağlamı, tereddüdlerden en uzak olanıdır. Bu iki delilden birisi, nizam veya diğer ifadeyle inâyet ve gâye delilidir. İkincisi de ihtirâ delilidir... Bunları yukarıda kısaca izah etmiştik...
Allah'ı Bulan Neyi Kaybeder? ______________________________________________
"Benimle meşgul olması kulumun en önem verdiği iş olursa,o kulumun arzu ve lezzetini
zikrimde kılarsam,o artık bana aşık olur,ben de ona aşık olurum.Birbirimize aşık
olursak onunla benim aramdaki perdeyi kaldırırım.Bu hal onun umumi hali
olur.İnsanlar yanıldığında o yanılmaz.İşte böyle olanların sözleri peygamberlerin
sözleri gibidir.İşte onlar gerçek kahramandırlar.Onlar öyle kimselerdir ki,yer
ehline bir azap vermek istediğim zaman onlara da azaptan vazgeçerim."
"İzzetim ve celalım hakkı için,kulumda iki korkuyu bir araya getirmediğim gibi iki
güveni de bir araya getirmem.Dünyada azabımdan emin olanı kıyamet günü
korkuturum.Dünyada benden korkanı da Ahiret günü korktuklarından emin kılarım."
Kalpler Ancak Allahın Zikri ile Tatmin olur
______________________________________________
Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur:
"Kalpler ancak Allah'ın zikriyle mutmain olur." (Ra’d; 28)
İmam Şârâni kuddise sırruh şöyle diyor:
"Kişinin Allah-u Zülcelal'e karşı ihlaslı olabilmesi için yapması gereken dört şey vardır:
1- Dili Allah'ın zikriyle meşgul olmalı.
2- Kalbi Allah-u Zülcelal'i müşahede etmeli.
3- Nefsinin günaha sevk eden arzularına uymamalı.
4- Yediği lokma helal olmalı.
Bunlarla insanın zahiri âzâları temizlenir, halis olur. Ayrıca, kişi nefsini çok perişan etmeyecek. Ona yemek de yedirecek ama heva ve hevesine uymayacak. Tamamıyla nefsini öldürecek şekilde davranmamalı, çünkü nefis, Allah-u Zülcelal'in emanetidir.
İnsanın dilinden Allah'ın zikri gidip, günahlara meyilli konuşmalar olursa, kalbindeki nifaktan dolayıdır. Kalbin Allah katındaki ecir ve sevabı almadığındandır.
Böyle olduğu zaman, insan Allah-u Zülcelal'e karşı tevbe etmeli, o hatalardan ve sonuçlarından, Allah-u Zülcelal'e sığınmalıdır. Çünkü, insana yardımcı olarak Allah-u Zülcelal kafi gelir.
Mesela; namazdaki tekbir imamla beraber olmalı. Tekbirin imamla beraber alınması, İslam dininde çok kıymetlidir. Eğer insan ona kıymet vermezse, Allah-u Zülcelal'in rızasını tam hakkıyla taleb etmediğinin bir işaretidir.
Çünkü, her vakitte bir taat vardır. O vaktin taatinin kıymetini bilmeli ve tehir etmemeli. Eğer tehir ederse, olabilir ki Allah-u Zülcelal başka ibadetleri de ona nasip etmez. Onun için insan Allah-u Zülcelal'in insanlara tayin ettiği sevapların zamanını bilmeli ve fırsatı kaçırmamalıdır. Umulur ki, onları kaçırmadığı zaman ve fırsatını değerlendirdiği zaman, Allah-u Zülcelal ona daha güzel ibadetleri nasip eder.
İmam Şârâni kuddise sırruh şöyle tavsiyede bulunuyor:
"Allah dostlarının hakkında gıybetle konuşmayın. Çünkü gıybet eden insan, gıybetini yaptığı insanın etini yemiş gibi oluyor. Allah dostlarının gıybetini yapmak, zehirli et yemek gibidir. O, zehir olarak vücuduna girdiğinde, bütün maneviyatı, imanı gidebilir.”
Gıybet, küçük bir şeymiş gibi görünüyor ama Allah-u Zülcelal'in yanında çok kötüdür.
Ve yine size şu tavsiyede bulunuyorum, sözlerinizin kendisine ulaşamayacağı bir kişinin gıybetini yapmayın, ona o gıybet ulaşmadığı zaman korkun, çünkü daha tehlikelidir.
Çünkü, Allah-u Zülcelal gıybeti yapılan kişinin hakkını veriyor bizzat savunuyor. Ona sahip çıkıyor.
Kişi önceden işlemiş olduğu günahlarından dolayı, sanki af olunmayacak gibi bir umutsuzluğa girmesin, çünkü Allah-u Zülcelal'in öyle dostları var ki, önce günah işlemişler, sonra tevbe edip Allah'a dönmüşler ve ihya olmuşlardır.
Onlar ilk önce Allah yolunda değildiler. Sonra Allah-u Zülcelal'e döndüler ve Allah-u Zülcelal de onları ihya etti ve büyük zatlar olarak dünyada onları seçti. İbrahim b. Ethem gibi, Fudayl b. İyaz ve Bişr-i Hafi gibi evliyalar, önceleri Allah yolunda olmadıkları halde, tevbe ettiler ve bu tevbelerinin üzerine Allah-u Zülcelal de onları dost olarak seçti.
Allah dostları şöyle buyurmuşlar:
"Kişi gaflet ile dünyayı dolduracak ibadet yapmaktansa, bir lahza kalbi ile huzurlu olarak "la ilahe ill" dese, bu bir lahza ( bir an) onun için daha hayırlıdır."
Ve bir insan, kalbini Allah'a çevirdikten sonra, tekrar şehvet ile dünyaya kalbini çevirse, hicap ile, perde ile azaplanır. Yani Allah-u Zülcelal'in nuru ile arasına perde iner.
Birisini Allah'tan çok seversek ne olur ??
______________________________________________
Esasen bütün gördüğümüz ve sevebildiğimiz şeyler bize tuzaktır..Çok mühim nasihatlarimden biri budur ki,sizler için yaratılmış herşeye sahip olmaya çalışın.sevin sevilin ama hiç birisini Allaha tercih etmeyin.Evvela sevginizi Allaha veriniz,gönlünüz O'nun muhabbetiyle dolu olsun.Bir numaralı dostunuz O olsun..Numara sırasıyla diğerlerinide sevebilirsiniz..Bizleri yoktan yaratan,,büyüten,doyuran,tatmak zevkini veren Allah-ı Azimüşşan dururken masiva denen ondan gayri şeyleri sevmek, o tuzakların cazibesine kapılmak en büyük gaflettir..
En çok Allahı sevip şükrederseniz ne olur?
Allah,nimetlerinizi ziyade eyler, çünkü mal ve mülk sahibi sadece O'dur.
Muhabbetinizi O'na vermeyipte diğerlerine taksim ederseniz ne olur ?
Allah verdiği nimetlerini azaltır.Sıhhatiniz bozulur.Sizi sevdiklerinizle imtihan eder. Yani sevdiklerinize ya sahip olamazsınız ya da onlardan nefret ve kabalık görürsünüz. Sevginize karşı sevgi göstermezler..kızmaca yok.Çünkü sizde sizi seven ve nimetlerine garkederek yaratan Allah-ı Azimüşşana mükabil bir sevgi göstermemiştiniz; niçin öfkeleniyorsunuz ??
İster gündüz, isterse gecenin dipsizliğinde sevgiye sarılıp kaygısızca uyur çocuk. Onda korku yoktur, telaş yok... Biri vardır hep yanı başında; her sızıda,her dertte sarılır ellerine. Bir bakış vardır yumuşacık.Manasını tam bilemez; ama farklı olduğunu bilir.
Bir sığınmadır bu. Sevilen tarafından sarmalanmadır. Kaybolmak gibi endişe yoktur. Onun için hep huzurun örtüsüdür gözkapakları. Güvenle kapanır ve güvenle açılır.Bir ananın sarmaladığını kim incitebilir ki!
Annesiyle beraber olan çocuk neden korkar? Annesini kaybeden çocuk neyi bulur?
Ya Sen'i bulan Allah'ım! Ya Sen'i bulan neyi kaybeder?
Gözlerimi kapadım. Süzülüyorum bilmediğime.
Yüreğimde binlerce duygu titreyişi, kulaklarımda apayrı makam. Açılıyor kapılar...
Bebeler, anne sinesinden rahmeti yudumlar.
Ben bu yolculukta rızanı kazanmaya çalışıyorum Allah'ım!
Sözüm niyetimden filizleniyor. Dar kelimelerimin içinde çaresizim; dudaaklarım titriyor haddini aşmaktan. Sadece diliyorum.
Aczimi koydum avuçlarıma; her gün yıkanıyor yüzüm.
Bilmem bir gün ulaşabilir miyim razı olduklarının iklimine?
Düşüncelerim Sırat gibi...Düşmekten korkuyorum benlik gayyasına.Uçurumdan korkar mı Sen'i bilen? İmanın eşiğinden geçen, düşer mi? Bir kaşık bile değilken deryanda aklım, neyi alıp nereye boşaltacağım Allah'ım?
Sen'i bulan, bütün mülke sahip olurmuş. Kucağında demetlenirmiş kainat.
Sen'i bulan, güneşe yakınmış. Yıldızlar dökülürmüş görmeyi bilenlerin avuçlarına. Ayrı ayrı öğretirmiş her yıldız,mesafelerin dilini. Sadece vadiler içinmiş derinlikler.
Gökyüzüne bakıyorum. İlk defa anlamaya çalışıyorum rüzgarla kardeşliğimi. Süzülerek giden bulutların vazifesi farklı mı benimkinden?
Açtığımızda gözlerimizi, söyleyebilirmiyiz bir an dahi yalnız olduğumuzu Allah'ım? Hep bizimlesin. Endişeyle sindiğimizde bir köşeye, ne zaman göremedik ellerimize uzanan nurdan iplerini? Tutunamadıksa gafletimizdendir.
Ey sevgililerin en Sevgilisi!
Yaşamanın tadı seni bulmadaymış.
Seven sensin sevilen de...
Sen'i bulan neyi kaybeder?Sen'i kaybeden neyi bulur?
Dikenleri bulur,ısırganları...Kabuslar döşenir düşlerine. Her dem yaralanır, yutkunur.
Hırçın uyanışlarında haneler yıkılır. Bir bir dökülür insanlığı, sırrı dökülmüş aynalar gibi.
Yarabbi beni ihlasın toprağına at.
Nefsimde ne varsa gübresi olsun bağlarının.
Kokusu her yanımı sarsın goncaların.
Her yaprak açılan bir eldir Sana!
______________________________________________
VuSLaT_HüLyA
|
|
|
|
|
|
|
Bugün 15 ziyaretçi (30 klik) kişi burdaydı!
|
|
|
|
|