...La İlahe İllallah Muhammedun Resulallah...
   
  Peygamber Efendimizin (Hz. Muhammedin) Hayatı Ve İsLam
  iSLAMİ Soru Ve Cevapları
 

SORU VE CEVAPLAR

Allah (c.c) Niçin Hesap sorar?

Kader ve kaza konusunda çoklarının sorduğu ve anlamakta zorlandığı soru şudur:

Her şey Allâh'ın takdiri, dilemesi ve hükmüyle oluyorsa ve bunun dışına çıkmak mümkün değilse,
kendisine takdir edilen çizgide amel eden ve kötülük yapan bir kimseye Allâh niçin hesap soruyor, ceza veriyor?

Cevap: Önce şunu belirtelim ki, Allâhu Teala herkese değil,
sadece mükellef olan insanlara, ihtiyarî fiillerinden hesap soracaktır.
İhtiyarî fiil demek, yapıp yapmamakta serbest iken, yapmaya karar verilen fiil demektir.

İnsanın iradesi dışındaki yaptığı işlere "ızdırârî, zarurî, mecburî" fiiller denir.
Bu tür fiillere bir sevap veya günah yoktur.

Midemizin çalışması, kanımızın dolaşması, susuzluk, açlık, uyku gibi haller, irade dışı fiillerdir, mecburi işlerdir.
Mükellef olmak için şu dört şartın bir arada bulunması gerekir:
1-Akıl.
2-İrade,
3-Güç,
4-İlim.
Aklı olmayanlara veya aklı olup da temyiz çağına ulaşmayanlara hesap ve ceza yoktur.

Deliler ve çocuklar gibi. İradesini kullanamayan, irade hürriyyetine sahip olmayan kimse,
yaptıklarından mesul değildir. Uyuyan, unutan, doğru zannıyla yanlışlık yapan,
kesin ölüm tehdidi altında bulunan kimse gibi.

Emredilen şeyi yapmaya gücü olmayanlar mesul değildir.
Kimse yapamadığı, gücünün yetmediği bir amelle mükellef tutulmaz.

Emredilen ibadeti yapmaya vücudu müsait olmayan veya maddi imkanı bulunmayan kimse gibi.

Kendisine ilahi davet ve ilim gelmeyen kimseler mesul değildir.

Neyin haram, neyin helal olduğunu,
Allâh'a nasıl iman edeceğini ve kulluk yapacağını bilmeyen,
kendisine bunları öğreten bir Peygamber gelmeyen veya o peygamberle gelen davet kendisine ulaşmayan kimseler de mesul değildir.

Şu halde, mesuliyet delile, sebebe ve şartlara bağlıdır. Kimde duyduklarını anlayacak bir akıl, anladıklarını ayırdedip
aralarında tercih yapabilecek bir hür irade,
tercih ettiği şeyleri yapabilecek bir kuvvet mevcutsa ve bir de kendisine neyi nasıl yapacağına dair
Allâh'tan bir ilim gelmişse o kimse mesuldür; işlediği hayırlar için sevap vardır;
tevbe etmediği veya Allâh'ın affetmediği kötülükleri için azap vardır.

Çünkü kendisinde bütün mükellefiyet şartları toplanmış, itirazı ortadan kaldıracak deliller önüne konmuştur.

Artık mesuldür. Bu kimsenin kaderini bilmesi lazım ve şart değildir; çünkü o, kendisinden saklanan kaderden değil,
kendisine bildirilen emirlerden sorumludur. Kaderi bilmek değil, ona iman etmek farzdır.
İmam Ahmed b. Hanbel (rah): "Kader, Allâh'ın kudretidir.

" (Edib, Keylani, Avnü'l-Mürid, II, 605.)sözüyle bu müşkili çözmüştür.
Her mü'min "Allâhu Teala'nın her şeye gücü yeter, O'nun ilmi ve kudreti sonsuzdur, sınırsızdır." diyerek kaderin ilmini,
kazanın hikmetini Yüce Rabbine havale etmelidir.

Hz. Ömer b. Abdulaziz'in (rah) belirttiği gibi, bizler sadece bize öğretilen ilahi emirlere uyup,
yasaklanan şeylerden kaçınmakla mükellefiz.

Üzerimizde cereyan eden kadere iman başkadır,
yaptığımız işlere rıza göstermek başkadır. Yaptığımız işlerden Allâh razı değilse biz de razı olmayacağız.

Allâhu Teala, bize: "Bu halinizi değiştirin, bundan vazgeçin" diye emrediyorsa,
biz de onu değiştirme yollarına başvuracağız.

Çünkü bu ilahi emirler bizden mümkün olan bir şeyi istemektedir.

Kötülüklere bulaşan bir insanın, aynı zamanda iyilikleri yapma kabiliyeti ve imkanı da mevcuttur.

Eğer güneş, ay, ağaç ve hayvanlar gibi, tercih hakkımız, değişme imkanımız olmasa idi bize böyle bir emir verilmezdi.
Nitekim, çocuk iken yaptıklarımızdan sorumlu değiliz


Allah'ın Varlıgının Delilleri Nelerdir?

Varın ispatı, yokun ispatından her zaman daha kolaydır. Bir elma cinsinin yeryüzünde bulunduğunu, bir tek elmayı göstermekle ispat edebiliriz. Halbuki yokluğunu iddia eden kimse bütün yeryüzünü, hatta kainatı dolaşıp, ancak ondan sonra onun yokluğunu ispat edebilir. Bu ise, imkansızlık çapında bir zorluk demektir. Öyleyse diyebiliriz ki; yok, hiçbir zaman ispat edilemez...

Bir sarayın kapılarından 999'u açık, biri kapalı olsa, kimse o saraya girilemeyeceğini iddia edemez. İşte inkarcı, devamlı surette kapalı olan o bir tek kapıyı nazara verip onu göstermek ister. Aslında o kapı da, onun ve onun gibi olanların gözlerine çekilmiş perde sebebiyle onların ruh dünyalarına kapalıdır. Mümin için kapalı kapı yoktur. Yeter ki gözlerini yummasın!... Zaten 999'u herkese açıktır. Hem de ardına kadar... İşte o kapı ve o delillerden birkaçı :

İmkân Delili: İmkân, olmanın da olmama kadar eşit ihtimale sahip olması demektir. Günlük konuşmalarımızda da mümkün erken olabilirde olmayabilir de manasını kast ederiz. Yaratılmış olun her varlı bize şu gerçeği haykırır: Benim olmamla olmamam eşit idi. Şu ana ben varsam var olmamı yoklukta kalmama tercih eden biri var demektir. O ise Ancak Allâhtır.
 

Allah  Kainatı Yaratmadan Önce Ne Yapıyordu?

Bu sorunun temelinde "zaman" ve "ezel" kavramlarının yanlış değerlendirilmesi yatmaktadır. İnsan zaman ve mekân içerisinde yaşadığı için her hâdise ve hakikati zaman ölçüsüne göre değerlendirmekte ve ezel kavramını da zaman içinde düşünmekle yanlış bir kıyas yapmaktadır. İşte yukarıdaki soru böyle bir yanlış kıyasın mahsulüdür.

"Zaman", mahlûkatın yaratılması ile başlayan ve içerisinde "olaylar zincirinin birbirini takip etmesi", "mahlûkatın birbiri ardınca akıp gitmesi" gibi hadiselerin cereyan ettiği mücerred bir kavramdır. Bütün mahluklar, bu zaman nehrinin içerisinde daima hareket, seyr ve akıp gitmektedirler. Mevcudatın yaratılması, değişimi, yaşlanması ve ölümü hep bu nehir içerisinde cereyan eder.

"Geçmiş, şu an ve gelecek" olmak üzere üçe ayrılan zaman, bir nisbî yani göreceli bir ifadedir. Yaşadığımız an, bir an öncesine göre gelecek idi, bir an sonrasında ise geçmiş olarak isimlendirilecektir. Bu ve benzeri bütün nisbetler ve izafetler mahlûkata göredir. Yâni, "asır, sene, gün, dün, bugün, yarın..." ancak mahlûkat için söz konusudur.

Ezel'e gelince, ezel zaman itibariyle bir sonsuzluk demek değildir.

Ezelde "geçmiş, şu an, gelecek, mekân ve mahlûk" yoktur. Zihin ezel hakkında bir zaman silsilesi tasavvur edemez. Zaman "devir, asır, yıl, ay, gün, saat, saniye, an..." gibi birimlere taksim edildiği halde, ezel için böyle bir taksimat yapılamaz. Ezel için bir başlangıç noktası da tasavvur edilemez.
Ezel, mutlak varlığın ancak mekân ve zamandan münezzeh olan Allâh’a mahsus olmasından ibarettir. Bu gerçeği, Peygamber Efendimiz (asm.) "Allâh vardı; beraberinde başka birşey yoktu."(1) hadîsi ile beyan buyurmuştur.

O halde Cenâb-ı Hakk'ın ezelî olması demek, O'nun kıdemi demektir. Yâni, “yegâne bir, tek bir" olan O Vâcib-ül Vücud'un “evveliyetine bir başlangıç olmadığı” manasınadır.

Cenab-ı Hakk’ın ezeliyeti, devam ve bekası hâdiselerin zaman içerisinde akışı şeklinde düşünülemez.. O’nun kıdem ve bekâsı hakkında zaman, boyut, silsile, geçmiş zaman, şu an ve gelecek söz konusu değildir. Öyleyse, zaman kavramı maziye doğru hayâlen ne kadar uzatılırsa uzatılsın Cenâb-ı Allâh'ın ezeliyeti ile mukayese edilemez. Zamanın başlangıcından geriye doğru hayâlen gitsek ve şu kâinat gibi milyarlarca kâinat daha yaratıldığını düşünsek bu hayâli ve vehmî zaman yine Cenâb-ı Hakk'ın ezeliyeti ile beraber olamaz ve O'nunla kıyasa girmez. Zira, böyle bir mukayese, Kadîm'i (evveli olmayanı) hâdis (sonradan yaratılan) ile, mahlûku Hâlık ile, sonu olanı, sonsuzla mukayese etmek demektir.

Bu açıklamalardan anlaşılacağı gibi; Cenâb-ı Hak Kadîm'dir, ezelîdir; zaman ise mevcudatın yaratılması ile başlamıştır. Mevcudat yaratılmadan önce zaman yok idi ki, Allâh hakkında böyle bir soru sorulabilsin.

Bu soru ancak şöyle sorulabilir:
"Ezelde Allâh vardı. O'nunla beraber hiçbir şey yoktu. O halde ezelde Allâh ne yapıyordu?"

Bu soruya cevap vermeden önce şunu ifade edelim ki, ezelde bir şey yapmak Cenâb-ı Hakk'a -hâşâ- vâcib olmadığı gibi, birşey yapmamak da O'nun için bir noksanlık değildir. Zira O, mahlûkatı yaratmasa da sonsuz kemâldedir. Yâni, mevcudatı yaratmakla kemâlinde bir artış, yaratmamakla da bir noksanlık olmaz.

Bu kısa açıklamadan sonra, söz konusu soruyu iki maddede cevaplandıralım:

1) Cenâb-ı Hak ezelde, kendi Zâtını, ulûhiyyetine mahsus izzet ve azametini, cemâl ve kemâlini bizzat müşahede ediyordu. Kudsî Zâtını ulûhiyetinin şanına uygun bir surette hamd, tenzih ve takdis ediyordu.

Allâh’ın zâtını kemâli ile bilmek ancak O'na mahsus olduğu gibi, kendisini kemâliyle takdis ve tahmid etmek de yine O'na mahsustur.

Marifetullah'ta en ileri mertebede olan Peygamber Efendimiz (asm.) mi'râc mucizesi ile Allâhü Azîmüşşân'ı bizzat gördüğü halde O’nu hakkıyla bilmek ve lâyıkıyla takdis ve tahmid etmekteki aczini şöyle itiraf etmiştir:

"Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim. Ben seni lâyıkı vechi ile bilemedim. Sana hakkıyla şükredemedim. … "(2)

Diğer bir hâdis-i şeriflerinde ise "Sen kendini sena ettiğin gibisin." buyurmuştur.(3)

2) Cenâb-ı Hak mukaddes varlığına, kudsî sıfatlarına ve esmâ-i İlâhiyesine tecelligâh olacak eşyanın hakikatlarını, mahiyetlerini, plân ve programlarını, manevî miktar ve suretlerini ezelde dâire-i ilminde takdir ve müşahade etmekteydi. (*)

O Zât-ı Zülcelâl, lütuf ve keremi ile dâire-i ilmindeki bu mahiyetlere harici vücud giydirmeyi irâde buyurdu. Ve "kün" emrini verip mevcudatı halk etti. Bu halk ve icad mahlûkat için bir ihsan, lütuf ve ikram idi. Yoksa, mahlûkatı yaratmakla O Zât-ı Akdesin kemâlinde bir artış olmamaştı.

Şu hususu önemle belirtelim ki, Cenâb-ı Allâh'ın gerek kendi zâtını müşahede etmesi, gerekse ilmindeki eşyanın mahiyetlerini takdir ve tanzim etmesi zaman içinde değildir. Yâni bunlar bir zaman silsilesi içerisinde düşünülemez. Ezeldeki bu müşahede, bu takdir ve tanzimi insan aklı idrak edemez. Bunun hakikatine ne bir melek-i mukarrebin, ne bir nebiyy-i mürselin idrâk ve marifeti kavuşabilir. Bu hakikat, ancak Allâh’ın malûmdur.

(*) Merhum Elmalılı Hamdi Efendi'nin ifadesiyle, Allâhü Azîmüşşân ezelde "inayet-i ezeliyesini, yani âlem-i takdir, halk ve icad fiillerini isdar ediyordu. Diğer bir tabirle "kün" emrini veriyordu. Âlemin yaratılması bunu takip etti. Binaenaleyh halk ezelî, mahlûk zamanî oldu."


Cennetin 11 ismini Biliyormusunuz?

Cennetin İsimleri 1) Cennet
2) Daru's-Selâm: Selâm Ve Selâmet Diyarı.
3) Daru'l-Hulud: Ebedîlik Yurdu.
4) Daru'l-Mukâme: Ebedî Durulacak Yer.
5) Cennetu'l-Me'vâ: Şehidlcrin Ve Mü'minlerin Konağı.
6) Cennetu And: İkamet Ve Ebedilik Cenneti.
7) Firdevs: Herşeyi İhtiva Eden Cennet Bahçesi.
8-) Cennetu'n-Nâîm: Nimetlerle Dolu Cennet.
9) El-Makamu'l-Emin: Güvenilir Makam.
10) Mak'adu's-Sıdk: Doğruluk Makamı. 
11) Kademe Sıdk: Yüce Ve Üstün Makam

Dua Kaderi Geri Çevirir mi?

"Allâh'ın kaderdeki takdiri değişmeyeceğine göre duanın ne faydası vardır?" sorusuna şöyle cevap verebiliriz:

Hadis-i Şerife göre "Dua, insanın başına gelen belayı gelmeden önce de, geldikten sonra da defeder."

Ayrıca diğer bir hadis-i şerifte Sevgili Peygamberimiz (s.a.v): "Kaderi ancak dua geriye çevirebilir, ömrü de ancak iyilikler arttırabilir. Kul, işlemiş olduğu günahlarla kendisini rızıktan mahrum eder" buyurmuşlardır.

Çocuga ALLAH  Nasıl Anlatılır?

Allâh’ı davranışlarımızla nasıl anlatabiliriz?
Annesi 4,5 yaşındaki Ayla’ya
Allâh’ın kalbimizde olduğunu söylemişti. Ayşenur Hanım, kızının “Anne Allâh
nerededir?” sorusuna “Her yerde.” cevabını vermiş sonra da kızının
“Kalbimizde de mi?” sorusunu başıyla onaylamıştı. Ayla, “Benim, senin,
babamın, teyzemin...” diye saymış, sonra biraz durmuştu. Anne Allâh bu kadar
çok insanın kalbine nasıl sığıyor? Çocukların bu tür sorularıyla her anne
baba muhatap olur. Peki onların bu sorularını nasıl cevaplamalı? Ya da
çocukların bu sorularını sormadan onlara Allâh’ı davranışlarımızla nasıl
anlatmalı? Sigarayı tiryakilik derecesinde içen bir insan düşünün.
Rahatsızlığı sebebiyle doktora gitmiş ve doktor ona mutlaka sigarayı
bırakmasını öğütlüyor. Ama ilginçtir ki doktor bu sözleri söylerken bir
yandan da sigarasının dumanını içine çekiyor. Doktorun bu sözleri hastanın
üzerinde ne kadar etkili olur? Hasta kararlılıkla sigarayı bırakabilir mi? O
halde Allâh’ı davranışlarınızla anlatmak istiyorsanız öncelikle
davranışlarınızın Allâh’ın istediği gibi olması gerekir. Eğer siz verdiğiniz
sözde durmayı önemli bir davranış olarak düşünmüyorsanız, çocuğunuzun da
doğru sözlü olmasını sağlayamazsınız. Eğer siz evinizde Allâh’ı hatırlatacak
fiil ve hareketlerde bulunmuyorsanız çocuğunuzun Allâh’ı bilmesini de temin
edemezsiniz. Söz kuvvetli bir delil ister. Söyledikleriniz uçup giden birer
harf yığınıysa çocuğunuzu çevrenin etkisi altına bırakmış, ne olacağını
bilmez bir durumdasınız demektir. Problem 3, 5 ve 8 yaşındaki çocuklarıma
Allâh inancını vermek istiyorum. Ama sık sık “Onu yapın, bunu yapın” gibi
hep emir verici bir üsluba takılıp kaldığımı düşünüyorum. Ben çocuklarıma
nasihat etmeden Allâh’ı davranışlarımla nasıl anlatabilirim? Ne yapılmalı?
Çocuklar anne babalarından gördüklerini duyduklarını taklit ederek öğrenir.
Kişiliği de böyle oluşur. Eğer sağlıklı bir dinî temeli olmasını
istiyorsanız onun dinî hayatın yaşandığı bir aile ortamında bulunmasını
sağlamalısınız. Nasıl davranılmalı? Çocuk ilk günlerden itibaren anne
babasından Allâh sözcüğünü duymalı. Bunu da Allâh lafzının geçtiği
“MaşAllâh, Allâh bağışlasın, Allâh’a emanet ol, Allâh’a ısmarladık” gibi
sözler söyleyerek yapabilirsiniz. Yine zaman zaman dilinizde dualara yer
vermelisiniz. Çocukların bu sözlerden olumlu bir etkileşim alacağını
göreceksiniz.

Hangi Davranışlar  Kul Hakkına Girer?

Ruhlarımızı aldığı için ölüm meleği olan Azrail Aleyhisselama kızmak doğru mudur ?
Azrail Aleyhisselam dört büyük melekden birisidir. Hamele-i Arş olarak bilinen Arş-ı Âla’yı taşıyan dört meleğin arasında yer almaktadır. Melekler Allâh’ın elçisidir, kendi başlarına iş yapmazlar, başlarına buyruk hareket etmezler, emir altında çalışırlar, Allâh onlara hangi görevi vermişse onu yaparlar.

Kur’an, melekleri anlatırken, onların hiçbir şekilde Allâh’a isyan etmediklerini, verilen emri anında yerine getirdiklerini bildirir.(1)

Hz. Azrail’i anlatırken de, “Sizin için görevlendirilen ölüm meleği, canınızı alır, sonra da Rabbinize döndürülürsünüz” (2) şeklinde tarif ederek Azrail’in görevini tanımlar. Bu ayet ışığında baktığımız zaman, Hz. Azrail sadece kendine verilen görevi yapar. Allâh adına çalışır, O’nun namına iş görür.

Ne kadar benzer, örnek ne kadar yerine oturur, belki tartışma götürür, ancak misal vermek gerekirse, güvenlik güçleri devlet adına hareket eder, devletin ve kanunların kendine verdiği yetkiye göre davranır. Polis bazı yerlere girmemize izin vermez, engellerse polisi suçlayabilir miyiz?

Toplumsal bir olayda bir anda suçlu suçsuz demeden herkesi toplar götürür. Daha sonra suçsuzları serbest bırakır, suçluları nezarete alır. Kendi adına iş yapmadığı, sadece aldığı emri yerine getirdiği için kimse karşı çıkmaz, herkes sonucu bekler.

Güvenlik güçlerine karşı gelemiyor, polisi suçlayamıyor, onu kötü göstermeye, gözden düşürmeye çalışamıyorsak; aynı şekilde, bütün melekler gibi Allâh’tan aldığı görevi yerine getiren Hz. Azrail’i de kötü göstermeye, çirkin tanıtmaya, görevinden dolayı suçlamaya hiç mi, hiç hakkımız yoktur.

Azrail Aleyhisselam ölüm için sadece bir sebeptir. Öldürmek de diriltmek de doğrudan Cenab-ı Allâh' ın fiilleridir. Bu gerçek, hadisde şöyle ifade edilmektedir:

Azrail (A.S.) Cenab-ı Hakk'a, "Ruhların kabzedilmesi vazifemden dolayı senin kulların benden şikayet edecekler, benden küsecekler." demiş, Cenab-ı Hak' da hikmetinin lisanı ile demiş ki: "Seninle kullarımın arasında musibetler, hastalıklar perdesini bırakacağım, tâ ki şikayetler onlara gidip, senden küsmesinler." (3)

Aynen bunun gibi Azrail Aleyhisselam kendiside bir perdedir. Ta ki, ölümün hakiki yüzünü göremeyen insanların haksız şikayetleri Cenab-ı Allâh'a gitmesin. Çünkü ölümün hakiki güzel, rahmet yüzünü herkes göremez. Ölümü bir yokluk, hiçlik gibi düşünebilir. Bu nedenle Cenab-ı Allâh ölümle, Azrail (AS) arasına hastalıkları ve müsibetleri koyduğu gibi, insanların haksiz itirazları ve şikayetleri Cenab-ı Allâh'a gitmesin diye de Azrail Aleyhisselamı ölüme bir perde etmiştir. Ancak ifade ettiğimiz gibi Azrail Aleyhisselam'da diğer müsibet ve hastalıklar da sadece bir sebep olarak kalmaktadır.(4)

Azrail Aleyhisselama bu vazifesinden dolayı kızmak ve hakaret etmek imani noktadan ciddi tehlikeler taşır ve mü'mine yakışmaz. İmanın bir tek rüknüne inanmamak insanı dinden uzaklaştırdığı gibi, Cenab-ı Allâh' ın ölüme bir sebep olarak vazifelendirdiği Azrail Aleyhisselamı sevmemek, kızmak, hakaret etmek de insanı günahkar yapar. Aynen bunun gibi dünyanın sonu olan kıyametin kopmasında sura ilk üfleyecek olan Hz. İsrafil’dir. Ancak bu sûra üfleme kıyametin kopmasının başlamasına sadece bir sebepdir. Şimdi, İsrafil Aleyhisselamın bu vazifesinden dolayı kıyameti neden kopardın deyip de onu suçlamak da ciddi bir hatadır. Çünkü netice de fiil yine Allâh' ın fiilidir. İsrafil Aleyhisselam sadece bir sebep olarak kalmaktadır.

Azrail Aleyhisselam bizim en değerli varlığımız olan ruhumuzun muhafazasından sorumludur. Bizim için kıymetli olan eşyalarımızın muhafaza edilmesi nasıl önemli ise Azrail Aleyhisselam' ın vazifesi de ondan çok daha fazla önemlidir.

Şuâlar’da bu konuya açıklık getirirken Bediüzzaman der ki:

“Bir gün bir duada, ‘Yâ Rabbi! Cebrail, Mikail, İsrafil, Azrail hürmetlerine ve şefaatlerine, beni cin ve insin (insanların) şerlerinden muhafaza eyle!’ mealindeki duayı dediğim zaman, herkesi titreten ve dehşet veren Azrail namını zikrettiğim vakit, gayet tatlı ve tesellidâr (teselli veren) ve sevimli bir halet hissettim, ‘Elhamdülillâh’ dedim, Azrail’i cidden sevmeye başladım.

Çünkü insanın en kıymetli ve üstünde titrediği malı, onun ruhudur. Onu zâyi olmaktan ve fenadan ve başıboşluktan muhafaza etmek için kuvvetli ve emin bir ele teslimin derin bir sevinç verdiğini kat’î hissettim.”

Yani hiç kimseye emanet edemeyeceğimiz, teslim etmeye yanaşmadığımız ve devamlı üzerinde titrediğimiz ruhumuzu bir melek olan Hz. Azrail gibi Allâh’ın çok emin ve güvenilir bir elçisinden başkasına teslim edemeyiz.

Ölüm vakti gelmediği, eceli sona ermediği için ölmeyenlerin “Azrail’i atlattı”, “Azrail’e çelme taktı” gibi sözlerin hiçbir anlamı ve kıymeti yoktur. Bu sözler çok yanlış ve gereksiz sözlerdir.

Azrail’in gelip de geri döndüğü, üstlendiği görevi yapmadan çekip gittiği hiçbir zaman vaki değildir ve olmamıştır.

Allâh’a en yakın ve Allâh’ın birer elçisi olan peygamberlerde bile böyle bir istisna söz konusu değildir.

Peygamberimiz son anlarını yaşıyordu. Bu esnada Hz. Cebrail, Azrail ile birlikte geldi. Efendimizin halini hatırını sordu. Sonra da:
“Ölüm meleği içeri girmek için izninizi ister” dedi.
Peygamberimiz müsaade edince Azrail içeri girdi, Efendimizin önüne oturdu.
“Ey Allâh’ın Resulü!” dedi, “Yüce Allâh, senin her emrine itaat etmemi bana emretti. İstersen ruhunu alacağım, istersen sana bırakacağım.”
Peygamberimiz, Hz. Cebrail’e baktı. O da:
“Ey Allâh’ın Resulü, Melei Âlâ sizi beklemektedir” dedi.
Bunun üzerine Peygamberimiz:
“Ya Azrail gel, görevini yerine getir” dedi ve ruhunu teslim etti.(5)

Demek ki, Azrail görevi aldığı anda, karşısındaki Allâh’ın en çok sevdiği ve en mükemmel insan olan Peygamberimiz bile olsa geri dönmüyor. Oysa Yüce Allâh, kararı Peygamberimize bırakmıştı.

Peygamberler için böyle bir şey söz konusu değilse, başka birisi için olması mümkün mü?

Âyetin ifadesiyle, “Onların ecelleri geldiğinde, onu ne bir an geri bırakabilirler, ne de öne alabilirler.” (6)

Çünkü ölüm tesadüfe bağlı bir olay değil, kendiliğinden gerçekleşen bir mesele hiç değildir. Onun vaktini, zamanını doğrudan doğruya Allâh belirler.
Çünkü hayatı da O vermiştir, ölümü de O verecektir. O’nun bir ismi “Hayy”dir, hayatı verendir. Bir ismi de “Mümît”, ölümü yaratandır.

Bu zamana kadar hiçbir kimse ölümden yakasını kurtaramamış, ölümden kaçamamış ve ölümü yenememiştir, dünyada alacağı nefesi tükenince o büyük hakikate teslim olmuştur.

Ayrıca ölüm bir yokluk, bir hiçlik, bir kayboluş değil ki, ondan korkalım ve ürkelim…
Her şeyden önce ölüm çok çirkin, çok kötü, çok korkunç ve dehşetli bir olay da değildir.
Ölüm, bir geçiştir, fani hayattan sonsuz hayata bir geçiş...
Sonsuz yaşamak isteyen herkesin aralaması gereken bir tül perdedir.
Yaratılışı gereği sonsuzluğu, ebediyeti ve ölümsüzlüğü isteyen her insanın içinde var olan bir olgudur.

Ama ölüm ne zaman, nerede, kaç yaşında? Bu konuda hiç kimsenin bilgisi yok. Böyle bir bilgi kimseye verilmemiş. Hâdise, ölümü yaratan tarafından gizli tutulmuştur.

Çünkü ölüm, her yaşta, her başta, her an ve her zaman yüz yüze gelebileceğimiz bir gerçektir. Hatta hayattan daha açık ve büyük bir gerçektir.

Cahit Sıtkı’nın dediği gibi,
“Kim bilir, nerede, nasıl, kaç yaşında?
“Bir namazlık saltanatın olacak,
“Taht misâli o mûsâlla taşında.”

Necip Fazıl da der ki:
“Ölüm güzel şey, budur perde ardından haber...
“Hiç güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber?”

Ölüm bir yok oluş, bir hiçlik, bir kayboluş, bir bitiş ve tükeniş değil. Bir daha dönmemek üzere ayrılık, hiçbir şekilde buluşmamak ve görüşmemek üzere bir gidiş ve çıkış hiç değildir. Ölüm ötesine inanan bir insan için ölüm, yeni ve taze, bâki ve ebedi bir âleme varıştır.

“O demde ki, perdeler kalkar, perdeler iner,
“Azrail’e ‘Hoş geldin’ diyebilmekte hüner.”

(1) Tahrim, 66:6
(2) Secde, 32:11
(3) Tefsir Ed-Dürr-ül Mensur - Suyutî 5/173- 174; Tefsir-i Ruh-ul Beyan İsmail Hakkı Burusevî 7/114
(4) Şualar, 11. Şua, 11. Mes'ele, Bediüzzaman Said Nursi
(5) Tabakât, 2:259.; ibn-i Kesîr, Sîre, 4:550.
(6) Nahl, 16:61
Dinimize göre Allâh u Teâlâ dilerse her türlü günahı affedebildiği halde kul hakkı sadece hak sahibi tarafından affedilebilmektedir. Hz. Peygamber'in bildirdiğine göre kıyamet günü Allâh'ın huzuruna kul hakkıyla varan kişi, hak sahibine bu hakkı ancak kendi sevaplarıyla ödeyebilecektir. (Buhârî, Rikâk, 48) Kul hakkının bir yönü de, başkasına ait bir şeyi izni olmadan kullanmamaktır. Ancak insanların sürekli birbirleriyle iç içe olduğu ofis, devlet dairesi, öğrenci yurdu, ev gibi ortamlarda başkasına ait bir eşyayı her kullanımdan önce ayrı ayrı izin istemek yerine, çok sık kullanmak durumunda olduıunuz eşyalar için genel bir izin almak yeterlidir. Karşıdaki insanın kullanılmasına izin vermediği veya bundan hoşlanmadığı eşyaları ise kullanmamak gerekir. şayet izinsiz kullanılmış ise, o eşyanın iade edilmesi ve helallik istenmesi yeterli bir davranıştır. Eğer başkasına ait herhangi bir şey izinsiz tüketildiyse veya istemeden zarar verildiyse telafi edilmelidir.

Esasen başka insanlara karşı dünyevi ve uhrevi sorumluluklarımız, onlara zarar vermemek esasına dayanır. Saydığımız bu esaslara riayet ettikten sonra ?Acaba vebali olur mu?? diye endişe etmeye gerek yoktur

Sırat Köprüsü Nedir? (Kuran'dan ve Hadislerden Açıklamalar)

“Sizden hiç biriniz müstesna olmamak üzere ille oraya (cehenneme) uğrayacaktır. Bu, Rabbinin üzerine kat’i olarak aldığı, kaza ettiği (bir şey) dir. Sonra takvaya erenleri kurtaracağız, zalimleri ise orada diz üstü düşmüş bir halde bırakacağız.”

(Meryem; 71-72)


Hz. Peygamber (S.A.V) şöyle buyurmuştur:
“Cehennem üzerine sırat köprüsü kurulur. Bu köprüden, ümmetiyle ilk geçecek olan peygamber benim. O gün peygamberlerden başkası konuşamaz. Peygamberler de: “Allâh’ım ümmetime selamet ver, sen onları koru!” diye dua ederler. Cehennemde demir çengeller vardır. Seden ağacının dikenine benzerler. Yalnız bunlar çok büyüktürler. Büyüklük derecelerini yalnız Allâh bilir. Herkesi isyanına göre cehenneme çekerler. Onlardan bir kısmı ameline göre helak olur, yok olur, ateşte erir. Bir kısmı hardal tanesi kadar kalır ve sonra kurtulur.”

(Buhari, Müslim)


Sırat köprüsü, mahşer gününde cehennem üzerine kurulan köprüdür. Dünyadaki köprüler sabit ve herkes için aynı olmalarına karşı, ahiretteki bu köprü kişilere ve onların amellerine göre değişkendir. Çünkü o takva sahipleri için en güvenli köprü durumundadır. Fısk ve fücur ehli için ise, hadis-i şerifte ifade edildiği gibi;

“Kıldan ince ve kılıçtan keskindir.”

(Ahmed b. Hanbel, Beyhaki)


Ateş çukurunun üzerine kurulan bu ince, keskin köprüyü görmek, sonra onun üstünden geçmek zorunda kalmak, inkarcı ve günahkarlara binlerce ölümden beter olan korkuları bir arada yaşatır. Bu korkularda boşa gider. Çünkü, bu insanlar köprünün değişik yerlerinden yuvarlanıp cehenneme düşerler. Veya cehennemden çıkan katran gibi siyah bir kelle, kuşun yemini kapması gibi bu insanları tek tek ağzına alıp cehenneme indirir. Ya da zebaniler çengel atıp onları baş aşağı çekerler.

İbn Mes’ud (R.A)’ dan rivayetle Hz. Peygamber (S.A.V) şöyle buyurmuştur:
“Allâh evvelkileri ve sonrakileri, (yani bütün insanları) o belirtilmiş gündeki -kıyamet günündeki- duruşma için toplar. Kırk sene ayakta, gözleri hayret ve dehşetle bakar oldukları halde haklarında verilecek hükmü beklerler. Allâh-u Zülcelal, bulutların arasında arşdan kürsiyle tecelli eder, sonra bir görevli melek şöyle seslenir: “Ey insanlar! Sizi yaratan, size rızık veren, kendisine ibadet etmenizi ve hiçbir şeyi ortak koşmamanızı emreden Rabbinizin, herbirinizi dünyada iken kulluk ettiği şeye kavuşturmasına razı değil misiniz? Bu Rabbimizin adaleti değil midir?” “Evet!” derler ve her topluluk kulluk ettiği ve dünyada gönlünü bağladığı şeye gider.

Dünyada taptıkları şeyler kendilerine gösterilir. Bunun üzerine onlardan bir kısmı dünyada iken taptıkları güneşe, bir kısmı aya, bir kısmı taşlardan yapılma putlara ve kulluk ettikleri şeylerin benzerlerine giderler.

İsa (A.S)' ya tapanlara İsa (A.S)' nın şeytanı; Üzeyr' e tapanlara Üzeyr' in şeytanı gösterilir. Geriye Muhammed (A.S) ve onun ümmeti kalır. Onlar için de Rabbü’l Alemin tecelli ederek onlara yaklaşır ve: “Niçin siz de insanların gittiği gibi gitmediniz?” buyurur. “Bizim göremediğimiz bir ilahımız var.” derler. “Onu görseniz tanır mısınız?” “Onunla bizim aramızda alamet (nişan) vardır. Onu görsek tanırız.”

“O alamet nedir?”

"Açılacak olan perdedir.” Tam o esnada perde açılır.

“Bütün müşrik olanlar, gösteriş yapanlar yere kapanırlar. Geride sığır boynuzu gibi, boynuzları olan bir grup kalır, secde etmek isterler fakat yapamazlar. (Gözleri düşkün bir halde kendilerini bir zillet saracaktır.) Halbuki vaktiyle (dünyada) başları selamette iken secdeye çağırılıyorlardı da kabul etmiyorlardı.”

 
İnsan Zayıf Yaratıldı
.


İnsan, zaafları olan bir varlıktır. Kur’an, şu ayetiyle bu gerçeği bildirir: “İnsan zayıf yaratıldı” (Nisa Sûresi, 28.) Bu zayıflık, daha dünyaya gelir gelmez kendini göstermeye başlar. Diğer canlıların yavruları kısa zamanda hayata uyum sağlayıp, kendi başlarına hayatlarını devam ettirebilecek seviyeye ulaşırlar. İnsan yavrusu ise, bir-iki yılda ancak ayağa kalkar. 15-20 yılda ancak bir kısım fayda ve zararları öğrenir. Ömrü boyunca da, hayat kanunlarını öğrenmeye muhtaçtır.

Ayrıca, insan çok hassas bir canlıdır. Ne fazla sıcağa gelebilir, ne fazla soğuğa... Ne açlığa dayanabilir, ne susuzluğa... Bir mikrop onu yere serer. Bir kuyruklu yıldız onu ürkütür. Geçmişi düşünür, üzülür. Geleceği düşünür, endişe eder. Emelleri ebede uzanır.

Bir de,” beşeri zaaflarımız” vardır. Bu zaaflar, birtakım huy ve karakterlerimizdir. Bunlardan bir kısmını şu şekilde ele alabiliriz:

1. Nisyan (Unutkanlık)
İnsan, nisyana müpteladır. Her insanın hayatında pek çok nisyan örnekleri vardır. İlk insan Hz. Adem de aynı nisyanı yaşamıştır. Ayet bunu şöyle anlatır: “Doğrusu daha önce Adem’den ahid almıştık da, unuttu...” (Taha Sûresi, 115.)

Hz. Adem’e, yasak ağaca yaklaşmaması emredilmiştir. Şeytanın vesvesesiyle yaklaşır ve o ağaçtan yer. Bunun sonucunda dünyaya gönderilir. (Bakara Sûresi, 35-37.)

Hz. Adem’in tabiatı aynen Ademoğullarında da vardır. Nisyanın en kötüsü, insanın kendini unutması, ne için yaratıldığını aklına getirmemesidir. Buna, gaflet denir. Cenab-ı Hak, bazı musibetlerle insanı gaflet uykusundan uyandırır. Onu, yaratılış gayesine yöneltir. Fakat pek çok insan yine unutur. Kur’an, bu hali şöyle bildirir:


“İnsana zarar dokunduğunda gerek yatarken, gerek otururken, gerek ayakta iken bize dua eder durur. Fakat ondan zararı giderdiğimizde, daha önce o zarar için bize dua etmemiş gibi, geçer gider...”
(Yunus Sûresi, 12.)


2- Harislik ve cimrilik
Beşeri zaaflarımızdan biri de, mala düşkünlüktür. Kur’an, bu hususu şöyle haber verir:


“İnsan helu’ (haris ve cimri) yaratıldı. Kendisine bir zarar dokunduğunda feryadı basar. Bir hayır dokundu mu ( yoksullara) yardım etmez (sıkı sıkı tutar)...”
(Mearic Sûresi, 19-21)


“Ademoğlunun bir vadi dolusu altını olsa, ikinci bir vadi dolusu altını ister...” (Müslim, Zekat, 117.) hadisi, bu beşeri zaafımıza dikkat çeker. Bebeklerde bile aynı tabiatı görmek mümkündür. Onun elindekini almak çok zordur, ama sizin verdiğinizi hemen alır.

3- Acelecilik
İnsan, aceleci bir varlıktır. Bir anda neticeye ulaşmak ister. Ahiret saadetini dünyada tatmaya çalışır. “Ya Rabbena! Bize dünyada ver’ der. Bu kimsenin ahirette bir nasibi yoktur.” (Bakara Sûresi, 200.)

Halbuki, bu dünya sabrı ve sebatı gerektirir. Asıl olan dünya mutluluğu değil, ahiret saadetidir. Ahiretin elmaslarını, bu dünyanın cam parçalarıyla değiştirmenin bir anlamı yoktur. Sonsuz hayata nispetle bu kısa hayat, bir an gibidir. Fakat insan, ahireti bilmediğinden bütün himmetini dünyaya sarf eder. “Hayat ancak bu hayattır” deyip, onun lezzetlerini elde etmeye çalışır. Kur’anın bildirdiği gibi, “İnsan çok acelecidir.” (İsra Sûresi, 11.)

4- Övülmek
Hemen her insan övülmeyi sever. Yaptığını sever, beğenir. Halbuki, övündüğü şeylerde kendisinin hissesi pek azdır. Mesela, sesinin güzelliğiyle iftihar eder. Halbuki, Allâh ona böyle bir ses vermeseydi, elinden hiçbir şey gelmezdi.

Kur’an-ı Kerim, bu meselede şu hatırlatmayı yapar:


“Yaptıklarıyla gururlanan ve yapmadıklarıyla övülmeyi sevenlerin, azaptan emin bir yerde bulunduklarını zannetme!”
(Al-i İmran Sûresi, 188. )


Ayette reddedilen iki durum vardır:
1. Yaptığıyla gururlanmak.
2. Yapmadıklarıyla övülmekten hoşlanmak.
Halbuki insan, kendini methetmek için değil, Allâh’a hamd etmek için yaratılmıştır.

5- Hizmette ihmal
İnsanın tabiatında hizmetten kaçmak, ücrete koşmak vardır. Bir iş yapılacağı zaman kimse ortalıkta görülmek istemez. Fakat ücret ve mükafat zamanında, herkes talip olur. Kur’anda zikredilen şu olay, buna güzel bir örnektir. Şöyle ki:
Peygamberimiz, 1400 sahabeyle umre niyetiyle Mekke’ye doğru yola çıkar. O zaman Mekke henüz müşriklerin idaresindedir. Bir savaş çıkabileceği endişesiyle, bir kısım bedevi insanlar sefere katılmazlar. Sudan bahanelerle geri kalırlar. Fakat aynı insanlar, Hayber ganimetleri için yola çıkıldığında orduya katılmak isterler. Cenab-ı Hak, onların bu sefere katılmalarını men eder. (Fetih Sûresi, 11-15 )

6- Bahanecilik
Müsbet alanlarda bir varlık gösteremeyenler, birtakım bahanelerle kendilerini avuturlar. Nedense kendi kusurlarını görmek istemezler. Mesela, Hudeybiye Seferine katılmayan bir kısım bedevilerin bahanelerine bakalım: “Mallarımız, ailelerimiz bizi alıkoydu. Bizim için mağfiret dile’ diyecekler. Onlar, ağızlarıyla, kalplerinde olmayanı söylüyorlar...” (Fetih Sûresi, 11)

“Suçun sahibi olmaz” derler. Halbuki, “Kusurunu görmemek, o kusurdan daha büyük bir kusurdur” (Nursi, Lem’alar, 84.) Kusurunu gören o kusurdan kurtulmaya çalışır.

İşte, insanın mahiyetinde böyle nice zaaflar vardır. Bu zaaflar, aslında insanın manevi terakkisinde mühim birer esastırlar. Meleklerde böyle zaaflar olmadığından, onlarda mücadele de yoktur. Mücadele olmayınca, terakki de söz konusu değildir.

İnsanın meleklere üstünlüğünün mühim bir sırrı, bu zaaflarında gizlidir. Fıtraten cimri bir insanın, nefsini aşarak cömertlikte bulunması, elbette kolay bir şey değildir. Nefsini medhe meyilli bir kişinin, “Bütün medih ve muhabbet Allâh’adır. Bütün iyilikler, güzellikler O’ndandır” diyebilmesi şüphesiz az bir hüner değildir.

Bu zaaflar aşılmayacak zaaflar değildir. Zira “Allâh kimseye kaldıramayacağı yükü yüklemez” (Bakara Sûresi, 286) 

Kuran Nasıl Yazıldı?
 

İslam dininin kutsal kitabı olan Kuranın kelime kökünün üzerinde farklı görüşler vardır. Genel bir bakışla, "vahiylerin yazıyla tesbit edilmiş bütünü" anlamına geldiği kabul edilebilir. Ancak,bu anlam Kuranın kendi için geçerli değildir. Hz. Peygambere gökten indirilen kutsal kitapda.Kurana en mutlak anlamıyla "el-Kitab",yani "Kitap"deyimi yakıştırılmıştır.

Kuran islam dininin temel ilkelerini, Hz. Muhammede gönderilen (vahiy halinde gelen)tanrısal buyrukları insanlığa bildiren kitaptır. Müslümanların kutsal kitabı Kuran Arapça ve bu dilin Kureyş lehçesiyledir. 114 süre, kutsal kitabın 114 zaman bölümünde inişini belirtir.

Kuran, Hz. Muhammed kırk yaşına bastığında, Allâh tarafından "Peygamberlik" gönderilince inmeğe başlamıştır. Kuranda söyleyen,konuşan Tanrının kendisidir.Dolayısıyla.Kuran "KelamuAllâh",yani "Allâhın Sözü" dür. Tanrının buyruğudur. 144 sure,66 ayeti kapsar (ihtiva eder).

Hz. Peygamber okuma yazma bilmediği için, vahiy halinde inen ayetler hafızasına işlenip kalırdı. Hz. Muhammed de bunları unutmaz,yıllarca sonra tek hecesi farketmeksizin aynını tekrarlardı. Müslümanlar bu ayetleri ezberlerler ,okuma yazmasını bilenler de yazılı haliyle tesbit ederlerdi. Zamanla vahyedilen (vahiy halinde inen) ayetler ezberlenirken,bunları ezberleyenler "hafız" diye tanımlanmışlardır. Aradan zaman geçtikçe bu hafızlardan bazıları savaşlarda şehit düştüler ,bazıları da ecelleriyle öldüler. Bu durumda ayetleri ezbere bilenlerin sayısı azalmağa başlamıştı. Papirüslere, kemik ve tahtalara, pişirilmiş tuğlalara, deri üzerine yazılmış sureleri bir arada toplamayı ilk düşünen Halife Ebubekir oldu.Her sure kağıt, ya da kurutulup işlenmiş deri üzerine yazılmaya başlandı. Böylece Kuranın ilk olarak bütün halinde yazılı şekli ortaya çıktı ve buna "sayfalar" anlamına "suhuf adı verildi. Halife Ebubekirin ölümünden sonraki Halife Ömer de aynı işi sürdürdü. Belirli bir süre.Kuran nüshaları çok kişinin elinde suhuflar halinde kaldı. Ömerden sonra halife olan Osman, Kuranın tek kitap olarak düzenlenmesini emretti. Yazılı bütün nüshalar bir araya getirildi. İncelemeler sonucu, ortada sadece beş adet güvenilir nüsha olduğu anlaşıldı. Görevlendirilen özel bir kurul karşılaştırmaları, düzeltmeleri yaparak, her türlü kuşkudan uzak,kesin bir nüshayı meydana getirdi. Elde edilen nüsha hattatlar tarafından yazılarak çoğaltıldı. Doğruluğundan şüphe edilen öteki nüshaların hepsi ortadan kaldırıldı.

Kuranın böylece esas, temel bir nüsha halinde ortaya konulmasından sonra bazı güçlükler belirdi. Bunlar okumadaki lehçe farkından doğuyordu ama, zamanla gerekli düzeltmeler yapıldı.


Müslüman Olmayanlarla İlişkimiz Nasıl Olmalıdır?

Allâh Teâlâ şöyle buyurur:

“Allâh, din hususunda sizinle savaşmayan ve sizi yurdunuzdan çıkarmayan kimselere iyilik etmenizi ve değer vermenizi yasaklamaz. Allâh değer bilenleri sever. Allâh sadece, din hususunda sizinle savaşmış, sizi yurdunuzdan çıkarmış ve çıkarılmanıza destek vermiş kimselere yakınlık göstermenizi yasaklar. Onlara yakınlık gösterenler zalimlik etmiş olurlar.” (Mumtahane 60/8–9)

Ayetlere göre gayrimüslimlerle ilişkide üç kırmızıçizgimiz vardır:

1- Dinimizden dolayı bizimle savaşmaları,

2- Bizi yurdumuzdan çıkarmaları,

3- Yurdumuzdan çıkaranlara destek vermeleri.

Bu çizgileri çiğneyenlerle dostluk kuramayız.


Tevbe 5. âyet:

Bu âyetin, Müslüman-gayrimüslim ilişkisinde esas alındığı iddia edilir:

“Haram olan aylar (onlara tanınan dört aylık süre) sona erince o müşrikleri nerede bulursanız öldürün; yakalayın, hapsedin ve bütün geçit başlarını tutun. Tevbe eder, namazı kılar ve zekâtı verirlerse onları serbest bırakın. Allâh bağışlar, ikramı boldur. (Tevbe 9/5)

Bu âyet, kırmızıçizgilerin tamamını çiğnemiş, Hudeybiye barış antlaşmasını bozmuş, Mekke’nin fethinden sonra kendilerine bir yıl dokunulmamış, ayrıca dört aylık ek süre verilmiş olan Mekkeli müşriklere yapılan son uyarı ile ilgili ayetlerdendir. Benzer durumlar olmadıkça bu hükümler uygulanmaz. Ayeti farklı anlama çekmek doğru değildir.


Gayrimüslimlerden Hakaret

Allâh Teâlâ şöyle buyurur:

“Mallarınız ve canlarınız konusunda yıpratıcı bir imtihandan geçirileceksiniz; bir de sizden önce Kitap verilenlerden ve müşriklerden çok üzücü sözler işiteceksiniz; bunlardan kaçış olmaz. Eğer sabreder, korunursanız, işte bu kararlılık gerektiren işlerdendir. (Al-i İmran 3/186)

Üzücü söz ve hakaret, kırmızıçizgilerden olmadığı için böylelerine karşı; sabırlı, tedbirli ve kararlı olma dışında bir yol gösterilmemiştir.

Peygamberimiz, önce Müslüman olan, sonra dinden dönen ve problem kaynağı olan ikiyüzlülerden çok çekmiş ama onlara karşı fiili harekette bulunmamıştır. Munafikun Suresi bu açıdan önemlidir. Allâh Teâlâ şöyle buyurur:

“O münafıklar sana geldiklerinde: "Biz şahidiz ki, sen, gerçekten Allâh'ın elçisisin" dediler. Allâh biliyor ki, sen elbette onun elçisisin. Ama Allâh şahit, o münafıklar kesinlikle yalancıdırlar. Yeminlerini kalkan edip Allâh’ın yolundan çekildiler. Ne kötü davranıyorlar!.. Bu, şundandır: Onlar önce inandılar, sonra kâfir oldular. Sonra kalplerinde yeni bir yapı oluştu, artık anlamazlar. Onları gördüğün zaman kalıpları seni imrendirir. Konuşurlarsa konuşmalarını dinlersin. Sanki dayalı kütükler gibidirler. Her gürültüyü aleyhlerine sayarlar. İşte düşman onlardır. Onlara karşı dikkatli ol. Allâh canlarını alsın, nasıl da yalana sürükleniyorlar!

Onlara: "Gelin; Allâh'ın elçisi sizin için bağışlanma dilesin" dendiği zaman, başlarını çevirirler. Bakarsın ki; kendilerini büyük görerek geri çekiliyorlar. İster bağışlanmalarını dile, ister dilme; sonuç değişmez. Allâh onları bağışlayacak değildir. Çünkü Allâh karıştırıcılar takımını yola getirmez.

Onlar şu sözü bile söylediler: "Allâh'ın elçisinin yanındakilere bir şey vermeyin, dağılıp gitsinler". Oysa göklerin ve yerin hazineleri Allâh'ındır, ama o münafıklar anlamazlar. Şöyle dediler: "Hele Medine'ye dönelim, güçlü olan, güçsüz olanı, elbette sürüp çıkaracaktır." Oysa güç Allâh'tadır, Elçisindedir ve inananlardadır, ama münafıklar bilmezler." (Munafikun 63/1–8)

Zeyd b. Erkam bu âyetlerle ilgili şunları anlatmıştır: Peygamber sallAllâhu aleyhi ve sellem ile birlikte bir savaşa gitmiştik. Ordu sıkıntılar içine girmişti. Abdullah b. Ubeyy arkadaşlarına şöyle dedi: “Allâh’ın Elçisi’nin yanındakilere nafaka vermeyin ki dağılsınlar. Hele Medine’ye dönelim, güçlü olan, güçsüz olanı oradan çıkaracaktır.” Bunu hemen Peygamber‘e haber verdim. Abdullah b. Ubeyy’i çağırtıp sorguladı. O da böyle bir şey söylemedim diye yemin etti. “Zeyd yalan söyledi” dediler. Bu bana çok ağır geldi. Sonra Allâh Teâlâ Munafikun suresini indirdi[1]”.

Elmalılı Muhammed Hamdi YAZIR bu konuda özetle şu bilgileri verir:

Abdullah’ın kavmi içinde itibarı vardı; büyük sayılırdı. Üseyd b. Hudayr geldi. “Ey Allâh’ın Elçisi!” dedi. “Ona aldırma, nazik davran. VAllâhi, Allâh seni gönderdiği sırada kavmi ona taç giydirmek için boncuk diziyordu. O seni, krallığını elinden almış görür”.

Abdullah b. Ubeyyin oğlu Abdullah temiz bir mümin idi. Babasının yaptıklarını öğrenince Allâh’ın Elçisi’nin huzuruna geldi «Ey Allâh’ın elçisi! İşittim ki Abdullah b. Ubeyy’i size ulaşan sözünden dolayı öldürmek istiyormuşsunuz. Eğer yapacaksanız bana emredin, başını ge­tireyim. VAllâhi, bütün Hazrec bilir ki içlerinde babasına benden saygılısı yoktur. Korkarım ki, başka birine emredersiniz, o babamı katleder, ben de babanım katilinin halk içinde gezmesine tahammül edemem, tutar onu vururum. Bir mümini bir kâfire karşılık öldürmüş olur bu sebeble ateşe girerim“ dedi. Allâh’ın Elçisi şöyle dedi:

“Hayır. Biz ona nazik davranırız. Aramızda olduğu müddetçe iyi­ davranırız[2].“

Abdullah’ın davranışı her ne kadar çok kötü ise de üç kırmızıçizgiden birini çiğnemediği için yukarıdaki âyetler gereğince Peygamberimiz ona iyi davranmıştır. Bu gibileri en çok rahatsız eden, doğruların söylenmesidir. Ayetlerde olduğu gibi yanlış davranışlarını sayıp döktükten ve cezayı hak ettikleri konusunda kamu oyu oluşmasını sağladıktan sonra iyi davranılması, onları yanlızlığa sükrükler ve yandaşları dahi kendilerini terk etmeye başlar. Nitekim peygamberimizin iyi davranışı, Abdullah’ın çevresindekilerini İslam’a kazandırmıştır.


Dinden Dönenin ve Peygamberi Aşağılayanın Öldürülmesi

Yukarıdaki âyetlerde yer alan …önce inandılar, sonra kâfir oldular.. ifadesi bu şahısların mürted olduğunu açıkça göstermektedir. Bu ve benzeri âyetlere rağman mezhepler, mürtedin öldürülmesi konusunda ittifak etmişlerdir.

Ayetler; İşte düşman onlardır. Onlara karşı dikkatli ol… hükmünden başka bir hüküm içermediği halde yine sağlam bir delile dayanmadan; Peygamberi aşağılayan, ona söven ve hakaret eden kişilerin öldürülmesi konusunda da mezhepler ittifak etmişlerdir[3].

Bugün en büyük sıkıntı, Müslümanları Kur’an çizgisine getirme sıkıntısıdır.

Kıyamet neden gizli tutulmuştur?

Semavi dinlerin mühim bir esası olan kıyamet hakkında Kuran-ı Kerimde ve hadis-i şeriflerde geniş izahlar vardır.Bu izahlarda kıyametin çok yakın olduğu ve o günün dehşeti ifade edilerek insanların hazırlıklı olması teşvik edilmektedir.
Enes bin Malikin rivayet ettiği bir hadiste Peygamber Efendimiz bir gün,
* Ben ve kıyamet günü şu iki parmak gibi yaratıldık buyurmuş ve işaret parmağı ile orta parmağını birbirine bitiştirmiştir *
Peygamberimiz bu sözleriyle kıyametin çok yakın bir zamanda meydana gelebileceğine işaret ediyordu.Kuran-ı Kerimde Kıyamet yakındır buyurulması ve Peygamber Efendimizin kıyametin çok yakın zamanda kopacağını bahsetmesi 1400 sene geçtiği halde vuku bulmamış olması akla bir şüphe getirmemelidir. Çünkü kıyamet dünyanın eceli ile ilgili bir meseledir.
* Dünyanın ömrüne nisbeten bin veya iki bin sene, bir seneye nisbetle bir iki gün veya bir iki dakika gibidir.Saat-i Kıyamet yalnız insaniyetin eceli değil ki, onun ömrüne nisbet edilip baid akıldan uzak görülsün *
Ayet ve hadislerde Kıyametin tam zamanı bildirilmemekle beraber Peygamberimiz onun vaktine yakın zamanda meydana gelecek bazı hadiselerden ve alametlerden bahsederek, müminleri devamlı uyanık tutmaya ve hazırlıklı bulunmaya teşvik etmiştir.Kıyametin kopmasının gizli tutulmasının sebep ve hikmetlerine gelince;Bunun pek çok hikmetleri vardır. Nasıl ki, insana öleceği zaman bildirilmiş olsaydı, hayatının yarısını iman ve İslam şuurundan mahrum olarak tam bir gafletle yaşayacak, yarıdan sonra ise adım adım darağacına giden bir idam mahkumu gibi ölümünü bekleyerek müthiş bir ıztırap duyacak ve azap çekecekti.Musibet ve felaketlerin insanoğlu için gizli kalmasında da aynı hikmet vardır.Çünkü vakti belli olan bir felaketi beklemek o musibeti yaşamaktan daha fazla ıztırap ve işkence verecektir.İşte bunun gibi pek çok hikmetler için kıyametin vakti insanlar için gizli kılınmıştır.Her insan için ecel ne ise bütün bir insanlık için de kıyamet odur. Şualarda Bediüzzaman bu mevzu ile ilgili olarak şu mealde izahlara yer verirünyanın eceli ve ölümü olan kıyametin vakti belli olmuş olsaydı, ilk ve orta çağda yaşayan insanlar ahiret düşüncesinden habersiz bir şekilde gaflet içinde yaşamış olacaklardı.Ve son çağın insanları da Kıyamet vaktini beklemenin dehşeti içinde dünya hayatının huzurunu ve lezzetini alamayacaklardı.Şayet Kıyamet vakti belli olmuş olsaydı, bir kısım iman hakikatleri apaçık bir şekilde ortaya çıkacak, herkes ister istemez tasdik edecek; netice olarak da teklif, imtihan ve iman sırrı kaybolacaktı.İşte bunun gibi pek çok maslahatlar için, Kıyametin vakti gizli kalmış ve herkes, her dakikada hem ecelini, hem de hayatının devamını düşünebilmiştir.Böylece ne dünya hayatı, ne de ahiret ihmal edilmemiştir. Kıyamet gününün gizli kalışı, Kıyametin kopuşuna kadar devam edecektir.Ne zaman ki, güneş doğu yerine batıdan doğacak, artık insanlar için imtihan meydanı ve tevbe kapısı kapanacak, herkes Kıyametin kopacağına yakinen inanacaktır.Ancak o vakitten sonra yapılacak pişmanlık ve edilen iman da fayda vermeyecektir

Ahrette  Hangi Dili Konuşacagız?

İmam Münâvî'nin Feyzu'l-Kadîr isimli hadis kitabında İbni Abbas'tan şu mealde bir hadis-i şerif rivayet edilir: "Üç hasletten dolayı Arabi seviniz: Çünkü ben Arabım, Kur'ân-ı Kerim Arapça olarak nazil olmuştur, Cennet ehlinin konuştukları dil Arapçadır." 1

Arapça, belagat, edebiyat, fesahat ve zenginlik bakımından dünya dillerinin en güzelidir. Aynı zamanda ses, ahenk ve cümle yapısı bakımından da diğer diller arasında ap ayrı bir yeri vardır. Cenab-ı Hak da kendi kelâmı Kur'ân-ı Kerimi Arap diliyle indirmiştir. Peygamber-i Zîşân (a.s.m.) da zaten bu dili konuşuyordu; kendi milletinin, kavminin dilini...

Bu hadis-i şerifi bazı âyetler de tasdik etmekte, desteklemektedir.
"Halkı 'ın azabından sakındıran peygamberlerden olsun diye onu ap açık bir Arapça lisan ile senin kalbine Cebrail getirdi."2

"Biz hiçbir peygamberi kendi kavminin dilinden başkasıyla göndermedik ki, amrolunduklarını onlara ap açık anlatsınlar"3 mealindeki âyet-i kerime de Peygamberimizin kendi kavmi olan Araplara kendi dilleriyle tebliğde bulunduklarını bildirir.

Evet, Kur'ân'ın dili, son Peygamber Hazret-i Muham-med Mustafa'nın (a.s.m.) konuştuğu dil Arapça olunca, Cennet dilinin de Arapça olacağı şüphe götürmez bir gerçek olur. Hz. Âdem de yeryüzüne indirilmeden önce Cennette bulunduğu zamanlar Arapça olarak konuşurdu. Ayrıca bu dil Peygamberimizden başka diğer peygamberlerden bazılarının da konuştuğu dildir. Meselâ, Hz. Nuh, Hz. Hud, Hz. İsmail, Hz. Salih, Hz. Şuayb Arapça konuşuyorlardı.

Ayrıca imam Kastalânî, Hz. Âişe'den "Cennet ehli Mu-hammed Aleyhisselâmın diliyle konuşacaklar" mealinde bir rivayeti zikreder.4

Cennet dilinin Arapça olduğu yukarıda mealini verdiğimiz hadis-i şerifin ifadesinde ve Hz. Âişe'nin rivayetinde sabit olmakla beraber, Üstad Bediüzzaman Mehtu-bat' ta İmam Âzam'ın bir fetvasının hikmetini izah ederken şöyle bir ifadeye yer verir: "Bir rivayette lisan-ı ehl-i Cennetten sayılan Fârisî lisanı...5

Bu beyanla, yukarıdaki ifadeler birarada düşünülürse şöyle bir neticeye varmak herhalde yanlış olmaz: Esas itibariyle Cennet lisanı Arapçadır; fakat Farsça da konuşulabilir. Yani Cenab-ı Hak her iki dili de Cennet lisanı olarak yaratabilir.

Hadis-i şerifte "Arabi seviniz" ifadesini mutlak olarak anlamamak lâzımdır. Çünkü Araplar içinde gayrimüslimler olduğu gibi, günümüzde dinsizler de vardır. Onların sadece Arap ırkına mensup olmaları, Arapça konuşmaları onları sevmeye kâfi gelen hususlar değildir. Hadiste yer alan beyandan maksat, Müslüman olan, dinini yaşayan, Resulullahın izinde olan Araplardır. Zaten bunlar din kardeşimizdir. Onları din kardeşimiz olarak sevdiğimiz gibi, ayrıca Kur'ân'ın, Resulullahın ve Cennetin lisanını konuştukları, saff-ı evvel olarak İslâmiyeti yaydıkları, İslâmiyete hizmet ettikleri için de diğer milletlerden farklı olarak bir derece daha fazla sevgiye lâyıktırlar.

ÜZERİNDE KUL HAKKI VARSA???
Üzerinde kul hakkı olan buna tevbe için, kul hakkını hemen ödemeli, onunla helalleşmeli, ona iyilik ve dua etmeli. Mal sahibi, hakkı olan ölmüş ise, ona dua, istiğfar edip vârislerine verip ödemeli, bunlara iyilik yapmalıdır. Çocukları, vârisleri bilinmiyorsa, o miktar parayı fakirlere sadaka verip, sevabını hak sahibine bağışlamalıdır. (Sefer-i Ahiret)

Bir kimseden haksız olarak alınan bir kuruşu, sahibine geri vermek, yüzlerle lira sadakadan kat kat daha sevaptır. Bir kimse, Peygamberlerin yaptığı ibadetleri yapsa, fakat, üzerinde başkasının bir kuruş hakkı bulunsa, bu bir kuruşu ödemedikçe, Cennete giremez. (Mektubat-ı Rabbani c.2, m.66, 87)

Kıyamet günü, hak sahibi, hakkından vazgeçmezse, bir dank [yarım gram gümüş] hak için, cemaat ile kılınmış, kabul olmuş yediyüz namazı alınıp, hak sahibine verilecektir. (Dürr-ül-muhtar)

Kul hakkını, Allâh-ü teâlânın hakkından önce ödemek gerekir. Kul hakkı olan günahların affı güç ve azapları daha şiddetlidir. Başkasının hakkını yiyen, hak sahipleri ile helalleşmedikçe affa uğramaz. Yani üzerinde kul veya hayvan hakkı bulunanı ü teâlâ affetmez ve bunlar Cehenneme girip, cezalarını çekeceklerdir. (Hadika)

Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Üzerinde kul hakkı olan, ölmeden önce ödeyip helalleşsin! Çünkü ahirette altının, malın değeri olmaz. O gün, hak ödeninceye kadar, kendi sevaplarından alınır, sevapları olmazsa, hak sahibinin günahları buna yüklenir.) [Buhari]

(Kibri, hıyaneti ve kul borcu olmayan mümin, Cennete girer.) [Nesai]
(Kul hakkı, müminin aybı, kusurudur.) [Ebu Nuaym]

Üzerinde kul hakkı bulunanların ruhları Cennete girmez. Salihlerin ruhları kabirlerine gelerek, cesetlerini ziyaret ederler. Vefat eden müminlerin ruhları gelip, dünyada tanıdıklarını sorarlar. (Feraid-ül-fevaid)
 



 
  Bugün 4 ziyaretçi (7 klik) kişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol