...La İlahe İllallah Muhammedun Resulallah...
   
  Peygamber Efendimizin (Hz. Muhammedin) Hayatı Ve İsLam
  Kur-an-ı Kerim Hakkında Soru Ve Cevaplar
 

Kuranı kerim hakkında SORU  VE  CEVAPLAR

Kur'ân Nedir, Tarifi Nasıldır?

ELCEVAP:

Kur'ân,
● şu büyük kâinat kitabının ezelî bir tercümesi,
● tekvinî âyetleri okuyan çeşitli dillerin ebedî bir ter-cümanı,
● şu görünen ve görünmeyen âlem kitabının bir mü-fessiri,
● yerde ve gökte gizli olan İlâhî isimlerin manevî hazi-nelerinin keşfedicisi,
● hâdiselerin satırları altında gizli hakikatlerin anahta-rı,
● şu görünen âlemde gayb âleminin konuşan dili,
● şu görünen âlemin perdesi arkasında bulunan gayb âlemi tarafından gelen Rahman’ın ebedî iltifatının ve Sübhân’ın ezelî hitaplarının bir hazinesi,
● şu İslâmın mânevi âleminin güneşi, temeli, planı,
● âhiret âlemlerinin mukaddes haritası,

● Allah’ın zâtını, sıfatlarını, isimlerini, fiil ve işlerini a-çıklayan sözü, apaçık yorumu, kesin delili, parlak tercü-manı,
● şu insanlık âleminin eğiticisi,
● en büyük insanlık olan İslâmiyetin suyu ve ışığı,
● insanlığın hakikî hikmeti,
● insanlığı saâdete götüren hakikî mürşid ve kılavuz,
● insana hem bir şeriat kitabı,
● hem bir dua kitabı,
● hem bir hikmet kitabı,
● hem bir ibadet kitabı,
● hem bir emir ve davet kitabı,
● hem bir zikir kitabı,
● hem bir fikir kitabı,
● hem bütün insanların, bütün manevî ihtiyaçlarının kaynağı olacak çok kitapları içinde bulunduran tek, geniş ve mukaddes bir kitap,
● hem bütün evliyanın, sıddıkların, âriflerin, muhakkiklerin çeşitli meşreplerine, ayrı ayrı mesleklerine, her bir meşrebin zevkine lâyık ve o meşrebi aydınlatacak ve her bir mesleğin maksatlarına uygun ve onu tasvir edecek birer risaleyi meydana çıkaran mukaddes bir kütüphane hükmünde semavî bir kitaptır.
● Kur'ân, Arş-ı Âzamdan, İsm-i Âzamdan, her ismin âzam mertebesinden geldiği için,
● bütün âlemlerin Rabbi itibarıyla Allah'ın kelâmıdır;
● hem bütün varlıkların İlâhı unvânıyla Allah'ın fer-manıdır;
● hem bütün göklerin ve yerin Yaratıcısı nâmına bir hi-taptır;
● hem mutlak rububiyet yönünde bir konuşmadır;
● hem Sübhân’ın umumî saltanatı hesabına ezelî bir hutbedir;
● hem kapsamlı, geniş rahmeti açısından Rahman’ın il-tifat dolu bir defteridir;
● hem Yüce Allah’ın ihtişamının büyüklüğü dolayısıy-la, bazen başlarında şifre bulunan bir muhabere kitabıdır;
● hem İsm-i Âzamın muhitinden inerek Arş-ı Âzamın her tarafına bakan ve teftiş eden, hikmetler saçan mukad-des bir kitaptır.

Kuran-ı Kerimin mucize olduğunu ve bir harfinin dahi değiştirilemeyeceğini nasıl izah edersiniz?

 Bilindiği gibi kelimeler manalara, edebî sanatlara zarf olurlar. Esas olan manadır, sanattır. Hepimiz Türkçe bildiğimiz halde kendi öz dilimizle yazılmış bir edebî şaheserin benzerini niçin yazamıyoruz. Demek ki, hüner kelimelerde değil onu çok iyi kullanan ediplerin ilminde, sanatındadır. Arapça’nın Kur’an hakikatlerinin ifadesinde müstesna bir özelliği vardır. Özelikle kalp ve his alemine ait kelimeler onda çok zengindir.

Bununla birlikte hiçbir Arap edibi de Kur'ana misil getirememiştir. Zira, Kur’anda Arapça’nın çok ötesinde bir kutsiyet vardır. Taklit edilemeyen, işte o kutsiyettir. Bu ise, Kur’anın Allah kelamı olmasında saklıdır. Belağat ilminin dahileri bu manayı çok iyi kavramışlar, bundan da öte tatmışlar, zevk etmişlerdir. Biz ise aynı manayı Allah’ın bir diğer kitabı olan Kâinat kitabından misaller getirmekle bir derece anlayabiliyoruz.

Elementler birer harf kabul edilirse, bu elementlerden insanlar bir takım eserler yaparlar. Allah ise aynı elementlerden insan yapar, hayvan yapar, ağaç yapar. İşte burada elementler ötesi bir ilahi sanat, bir ilahi kudret ve irade söz konusudur. İşte taklit edilemeyen de budur.


Hakkı bulmanın tek yolu Kur’ana uymak mıdır?

Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurulmaktadır:
“Gerçekten bu Kur'an, insanları en doğru yola götürür.” (İsrâ Sûresi, 9)
Bir fende terakki etmek için, o fennin kanunlarına uymak bir zaruret olduğu gibi, hak ve hakikati bulmak için de, Kur'ân ve Sünnet'in düsturlarını rehber kabul etmek son derece gereklidir.

Evet, insan Cenâb-ı Hakk'ın zâtını, sıfatlarını ancak Kur'an'ın ve Sünnet'in irşadıyla bilebilir. Nereden gelip, nereye gittiğini, dünyadaki görevinin ne olduğunu, gideceği ahiret âleminin mahiyetini, hakikatini ancak bu iki vesile ile anlayabilir. Hangi fiil ve hareketlerin, hangi hâl ve tavırların Cenâb-ı Hakk'ın rızasını, hangilerinin de gazabını gerektireceğini; neyin hak, neyin batıl ve neyin hata, neyin doğru olduğunu yine Allah'ın Kitabından ve Onun sevgili Peygamberinden (asm.) öğrenecektir.

Bir insan, nelere, nasıl inanmakla iman dairesine gireceğini ve hangi amelleri işleyip nelerden çekinerek İslâm dairesinde kalacağını yine bu iki esastan, yâni Kur’an ve Sünnet'ten öğrenecektir.

Madem ki, bütün Müslümanların ölçüsü Kur'an ve Sünnet'tir, o halde bir Müslüman beşerî her inancı, her itikadı Kur'an'a ve onun birinci derecede tefsiri olan Hadîs-i şeriflere göre değerlendirecektir.

Hakk'ı bulmanın, hakikate ermenin tek yolu, Kur'an'a iman ve onun gereği ile amel etmektir. Çünkü, Kur'an, insanlığı mutlak hayır ve hakikate sevk etmek için, bizzat Allah-ü Teâlâ tarafından gönderilmiş mukaddes bir kitaptır.

Kur'an, insanları tefekküre teşvik etmiş ve bunun ölçülerini aklın eline vermiştir. İnsanlar ancak onun ders verdiği ölçülerle kâinat Kitabı'nı okuyabilmiş ve ondaki gizli hakikatleri keşfedebilmişlerdir. Güneş, madde âlemini aydınlattığı gibi, Kur'an da maneviyat âlemini aydınlatmak için nazil olmuştur.

Kur'ân-ı Kerim, imanın birinci rüknü olan “Allah'a iman”ı bizlere ders verdiği gibi, “melâikelere, semavî kitaplara, peygamberlere, ahirete, kadere (hayır ve şerri Onun yarattığına) iman” etmeyi de ders verir. Bir insan, ancak iman hakikatlerine Kur'an'ın bildirdiği gibi iman etmekle mümin olur.

Hem Kur'ân-ı Kerim, Allah-ü Teâlâ'nın bütün emir ve yasaklarından ibaret olan İslâmîyet’i müminlere talim etmiştir. Bir mümin, bu emir ve yasaklara harfiyen uymakla kâmil bir Müslüman olur. 

Kur'an' da "....Rahimlerde olanı (ancak Allah) bilir..." buyrulmaktadır. Halbuki bugün çeşitli testlerle, çocuğun cinsiyeti tesbit edilebiliyor. O halde bu ayeti nasıl anlayacağız?

 Anne karnındaki bebek, "amniyon sıvısı" denen bir su içinde bulunmakta, göbeğinden beslenerek büyümektedir. Bu safhada, ilmi bazı usullerle çocuğun cinsiyetini öğrenmek mümkündür.

Bu metotlardan en çok kullanılanları, ultrasonografi ve bebeğin içinde bulunduğu sudan 20 cm3 alınarak hücrelerin incelenmesi metotlarıdır. Ultrasonografi, bizim işittiğimizden daha yüksek ses dalgalarıyla çalışır. Bu ses dalgaları, bir maddeden geçirilerek bebeğin görüntüsü elde edilir. Ekrandaki uzuvların incelenmesiyle de, bebeğin cinsiyeti tayin edilir. İkinci metotta, bebeğin vücudundan, bulunduğu amniyon sıvısı içine hücreler dökülür. Bu sıvıdan 20 santimetre küp alınır. Boyanarak, mikroskop altında incelenir. Ceninin cinsiyeti, bu suretle öğrenilir. Bu muamele, çocuğun cinsiyetini % 80-90 ihtimalle doğru olarak tespit eder. Söz konusu ayette ise -rahimlerde olan-dan bahsedilmekte, sadece erkeklik-dişilik diye bir had konulmamaktadır.

Bu ifadeyle; anne karnındaki bebeğin özel kabiliyetleri, gelecekte alacağı şekil, siması, duyguları gibi bütün hususlar kastedilmektedir. Doğacak bebek, acaba çok kabiliyetli birisi mi olacak? Akıl, hafıza gibi uzuvlar yönünden durumu ne olacak? Yine, bütün diğer insanlardan farklı olacağını bildiğimiz yüzü nasıl olacak.

Bu ve bunlara benzer birçok şeyi, biz bilemiyoruz. Ama, Allah (c.c.) bunların hepsini biliyor. Hem de, daha bilmediğimiz ve bilemeyeceğimiz pek çok şeyle beraber... Ayette, bu ve bunlar gibi birçok keyfiyet kastedilmektedir. Böyle olunca, doğacak çocuğun belli bir safhada cinsiyetini bilsek bile, yine de onun hakkında bilmediğimiz o kadar çok şey olacak ki... Hatta bunların büyük bir kısmını, bebek dünyaya geldikten sonra da bilememeye devam edeceğiz. Kaldı ki cinsiyet tespit işlemi de, en erken cenin dört aylıkken mümkün olabilmektedir...

Bildiklerimiz, bilmediklerimizin yanında, Okyanustan ancak bir damla desek yeridir... 

En’am Sûresi, 59 ayette; “Yaş ve kuru herşey Kitab-ı Mübin’de vardır.” buyurulmaktadır. Herşey Kur’an’da var mıdır?


“Yaş ve kuru herşey Kitab-ı Mübin’de vardır.” (1)

“Biz Kur’an’ı sana herşeyin apaçık bir beyanı olarak indirdik” (2) gibi ayetlerden hareketle, bazıları “her şey Kur’an’da vardır” derler. Acaba, gerçekten her şey Kur’anda var mıdır? Varsa nasıl vardır?

Evet, her şey Kur’anda vardır. Fakat ayrıntılarıyla değil, esaslarıyla vardır. Küçük bir çekirdekte, ağacın plan ve programının yazılı olması şeklinde vardır. Kainatta ve insanlık aleminde cereyan eden kanunlara işaretler şeklinde vardır.

Kur’an ve kainat, Allah’ın iki kitabıdır. Biri kelam sıfatının, diğeri kudret sıfatının tecellisidir. Allah’ın kudret sıfatından gelen kainatta da her şey vardır ama, herkes her şeyi göremez. Mesela, Edison elektriği buluncaya kadar, alemde elektrik vardı. Fakat insanlar farkında değillerdi. Edison, elektriği yoktan var etmedi. Var olan bir şeyi buldu. Dolayısı ile, Edison, Newton, Arşimet gibi bilginler, tabiattaki kanunların koyucusu değil, bulucusudurlar. Mucidi değil, keşşafıdırlar.

Aynı durum, Kur’an ayetleri için de geçerlidir. Müfessirler, Kur’anın engin manalarına muhatap olmaya çalışır. Her biri, bir takım sırlar görebilir, bulabilir. Zamanın akış seyri de, Kur’anın sırlarının ortaya çıkmasına yardımcıdır. Mesela, “Biz insanı parmak uçlarına varıncaya kadar yeniden diriltmeye kadiriz” (3) ayetinde geçen “parmak uçları”ndaki sır, 19. yüzyılda, herkesin parmak izlerinin farklı olduğunun keşfedilmesiyle daha iyi anlaşılmıştır. Bu konuda, fenni gelişmelere işaret eden yüzlerce ayeti örnek olarak vermek mümkündür. Celal Kırca’nın Kur’an-ı Kerim ve Modern İlimler isimli kitabından konunun örnekleri ve ayrıntıları görülebilir.

Ayrıca, Kur’an-ı Kerim’de geçen peygamberlerin mu’cizeleri de, ileriye yönelik mesajlar taşımaktadır. Hz. Musa’nın asası gibi basit aletlerle, yerden su çıkarmanın; Hz. İsa gibi her türlü hastalıklara şifa bulmanın; Hz. Süleyman gibi kuşlardan bile yararlanmanın; Hz. Davud gibi demiri şekillendirmenin; Hz. İbrahim gibi ateşte yanmamanın; Hz. Nuh gibi büyük gemiler yapmanın; yine Hz. Süleyman gibi, çok uzak mesafeden eşyayı ya suretiyle, veya aynıyla getirmenin mümkün olduğuna, ayetler işaret etmektedir. (4)

Kur’an’daki bilgiyle alakalı şu esaslara dikkat çekmek istiyoruz:

1. Kur’an’da her şeyden bahis vardır. Sema-arz, dünya-ahiret, sevap-günah, cennet-cehennem, Allah-alem gibi bütün temel konulardan ayetler bahsetmiştir.

2. Kur’an’da günümüz fen ve teknolojisine de işaretler vardır. Fakat ilgili ayetler ayrıntılı bir şekilde değil, esaslar itibariyle işaret etmektedir. “Kur’an’da ilmi gelişmelere işaret yok” denilmesi tefrit olduğu gibi, “Bu ilmi gelişmelere ayrıntılarıyla işaret vardır” demek de, ifrattır. Her iki aşırılıktan da uzak kalmak gerekir.,

3. Kur’an, tarih-coğrafya kitabı değildir. Kur’anın asıl gönderiliş hikmeti “Daire-i Rububiyetin Kemalat ve şuunatını ve daire-i ubudiyetin vezaif ve ahvalini talim etmektir.” (5) Yani Allah’ı bize tanıtmak ve kulluk vazifelerimizi bize öğretmektir.

4. Bulunan her yeni keşfe veya revaçta olan teorilere “İşte, Kur’an’da bu da var!” şeklinde İslam vahyinin mührünü vurmak, ilerde bir takım mahzurları netice verebilir. İlm-i İlahi’den gelen Kuran’ın, bir takım, “bilimsel payandalarla” desteklenmeye ihtiyacı yoktur. Böyle bir destek bulmaya çalışmak, bilimi asıl, Kuran’ı ise, ikinci derecede kabul etmek demektir. Halbuki asıl olan, Kur’anın ezeli ve ebedi değişmez hükümleridir. Fennin ve ilmin hiçbir hükmü , Kuran’a aykırı olamaz. Kainatı yaratan Zat’ın kelamı, kainattaki kanunlara nasıl aykırı olabilir.

Kaynaklar:

1.
En’am, 59.
2. Nahl, 89.
3. Kıyame, 4.
4. Konu ayrıntılarıyla Said Nursi’nin Sözler isimli eserinin 235-249. sayfalarından görülebilir.
5. Nursi, Sözler, s. 147.
6. Nahl, 43.

Kur'an'da hitaplar genellikle niçin erkekleredir?


Kur’an bir hitap olarak Hz. Muhammed (a.s.) gönderilen bir kitaptır. Kur’an’ın konuşma üslubuyla gönderildiğini ve bu kitabın konuşma dilinden yazıya aktarıldığını bilmekte yarar vardır. Kur’an'daki üslup bundan dolayı “de ki”, “ey insanlar”, ey iman edenler”, “ey kafirler”, “ey ehl-i kitap”, “ey nebi”, “sana soruyorlar, de ki” gibi hi-taplarla doludur. Ayetlerdeki hitabın çoğunlukla müzekker oluşu peygambere hitaben gönderilmiş olduğundandır: Arapça’nın özelliğine göre, kadına ve erkeğe ayrı ayrı ifade biçimleriyle hitabedilir. Peygambere (a.s.) yapılan hitapların müzekker kalıbıyla olması da bu dilin gereğidir.

Kur'ân ve hadîslerde geçen İslâmî emir ve yasaklar, dünya ve âhirete ait vaadler, herhangi bir istisna yapılmadığı sürece hem erkekleri, hem de kadınları kapsar. Bunların erkeklere ait yüklem ve zamirlerle ifade edilmiş olmaları önemli değildir. Bu, hem Arapça, hem de İslâm hukuk metodolojisi bakımından böyledir.

Erkeklere hitap eden bir emir veya yasağın, ayrıca kadınlar için de tekrar edilmesi gerekmez. Çünkü bu, ifade ettiğimiz gibi Arap dilinin ve hukuk mantığının bir gereği olduğu gibi, Kur'ân'ın kendisine has üslûbu ve ifade mantığının da bir gereğidir. Zira Kur'ân, herşeyden önce mü'min erkeklerle mü'min kadınları, birbirlerinin dostları ve velileri olarak ilan eder:

"İnanan erkekler ve inanan kadınlar birbirlerinin velisidirler. Onlar, iyiyi emreder, kötüyü önlerler. Namaz kılar, zekât verirler ve Allah Resulüne itâat ederler. İşte onlara Allah merhametle muamele edecektir. Doğrusu Allah, gücünün önüne geçilemeyen ve herşeyi yerli yerince yapandır."(Tevbe Sûresi, âyet: 71)

Nitekim bu âyet-i celilede, "Onlar iyiyi emrederler, kötüyü önlerler" sözü ve âyetin sonuna kadar diğer failler ve zamirler, hep erkekler için kullanılan ifadelerdir. Buna bakarak, bu âyetin kadınları dışta bıraktığını söylemek mümkün mü? Hayır.
Kur'an, açıkça hem inanan erkeklere, hem de inanan kadınlara cennetin güzelliklerini ve nimetlerini va'detmiştir. Nitekim Tevbe Sûresi 72. âyette şöyle buyurulmuştur:

"Allah, inanan erkeklere ve inanan kadınlara içlerinde ebedî kalacakları, altlarında ırmaklar akan Cennetler (bahçeler) ve Adn Cennetleri'nde hoş meskenler va'detmiştir. Ve ayrıca onlara, en büyük nimet olarak Allah'ın hoşnutluğu var. İşte bu büyük başarıdır."


İslâm sadece erkeklerin dini değil. Kur'ân sadece erkeklere hitap etmiyor. Kur'ân-ı Kerîm'de kadınlara has uzunca bir sûre vardır: (Nisâ sûresi). Kur'ân'da bazı kadınlara da Allah'ın vahiy (ilham) gönderdiği zikredilir. (Kasas, 28). "Kadınlar erkeklerin şakîkidirler." "Şakik" tam ortadan ikiye bölünen bir bütünün bu eşit parçalarından her biridir. "Kadın olsun erkek olsun, kim iyi işler yaparsa cennete girecektir." (Nisâ, 124). "Mümin erkekler ve mümin kadınlar birbirlerinin velisidirler..." (Tevbe, 71). "Erkeklerin kazandıklarından bir payı olduğu gibi kadınların da kazandıklarından bir payı vardır." (Nisâ, 32)
Kur'ân'da kadın ya da dişi anlamına gelen "nisâ, nisve, imrae, ünsa" kelimeleri türevleriyle beraber 85 defa, erkek anlamına gelen "racul, zeker, mer'" kelimeleri de yine türevleriyle beraber 86 defa geçmektedir.

"İnsan" kelimesinin kadını kapsamadığını söyleyen hiç bir İslâm âlimi, hatta hiç bir insan yoktur.

Genele hitap ederken Arap dilinin gereği, ya eril (müzekker), ya da dişil (müennes) bir kalıpla hitap edilecektir. Sosyal hayatın bütün yüküyle erkeklerin omuzunda olduğu bir toplumda eril kalıbın seçilmesinden normal ne olabilir? Üstelik bu dil Araplar'ın İslâm'dan önce de konuştukları dildir. Onlar o zaman da böyle konuşuyorlardı. Kendi dilleriyle gelen Kur'ân'ın, bu dili bozması düşünebilir mi? Aynı özellik tamamen Fransızca'da ve kısmen İngilizce'de de vardır. Aynı iddiayı onlar için de söyleyebilir misiniz? 

Peygamberimiz (a.s.m.) Nasıl Kur’ân Okurdu?


KUR’ÂN-I AZİMÜŞŞÂNI güzel ve en hazin bir şekilde Peygamber Efendimiz (a.s.m.) okurdu. Çünkü ilk olarak Kur’ân’la o muhatap olduğu gibi, ilk defa da o okumuştu. Ama asıl olarak Peygamberimize (a.s.m.) Kur’ân’ı nasıl okumasını öğreten Yüce Rabbidir.

Peygamberimizi (a.s.m.) “Kur’ân’ı açık açık, tane tane oku” şeklinde yol göstererek eğiten Yüce Allah, asıl itiba-riyle Kur’ân-ı Kerîmi okurken ilk başta nelere dikkat et-mesi gerektiğini de bildiriyordu.
Peygamber Sallallâhü Aleyhi Vesellem, vahyin ilk gün-lerinde, Kur’ân’ın yeni yeni nâzil olduğu o günlerde bir-den lâhûtî bir âleme girer ve tatlı bir heyecana kapılır, haşyet içinde kendisi de Cebrail Aleyhisselâmla birlikte inen âyet ve sûreleri okumaya başlardı. Ama sürekli Rabbinin kontrolünde bulunan Sevgili Peygamberimize (a.s.m.) Kur’ân şu dersi veriyordu:
“Ey Habibim! Cebrail sana Kur’ân’ı okurken, acele e-dip de dilini kıpırdatma. Onu biraya toplayıp okutmak Bize aittir. Cebrail’e okuttuğumuzda, sen onun okuyuşunu takip et.”

Efendimizin (a.s.m.) en büyük vazifesi, en önemli gö-revi ve hayatı boyu yapacağı, bir an için olsun vazgeçe-meyeceği, ayrı kalamayacağı işi Kur’ân okumaktı.

Zaten Peygamberimiz (a.s.m.), bu özelliğini şu şekilde ifade ediyordu:
“Ben Kur’ân’ı okumakla emrolundum.”

Kur’ân’ı okumaya başlarken ilk evvela ne yapması ge-rektiği, ne ile başlaması gerektiği hususunu da Peygam-berimize (a.s.m.) yine Rabbimiz öğretiyor:
“Kur’ân’ı okuyacağın zaman kovulmuş şeytanın ves-vesesinden Allah’a sığın.”
Yani Eûzü çekerek Kur’ân’ı okumasını bildiriyordu.
Peygamberimiz (a.s.m.) Kur’ân’ı sadece okumakla emrolunmamış, okutmak ve insanlara öğretmekle de gö-revliydi. Bu görevini Rabbimiz şu şekilde bildiriyordu:

“Kur’ân’ı Biz sûre sûre, âyet âyet ayırdık ki, insanlara peyderpey okuyasın ve anlayıp öğrenmeleri kolaylaşsın.”
* * *
Rabbinden aldığı bu talimatlar üzerine Peygamberimiz (a.s.m.) Kur’ân’ı okuyor, Sahabiler de büyük bir haz alarak dinliyorlardı. Bu manzara çok ulvi, çok müstesna ve çok muhteşemdi.

Bu nimeti yaşayan bahtiyar Sahabiler, bizleri de o gü-zellikten mahrum bırakmamak düşüncesiyle Efendimizin (a.s.m.) Kur’ân okuyuşunu bizlere aktarıyor ve ulaştırıyorlar.

Peygamberimizin (a.s.m.) amcası oğlu ve aynı zaman-da özel bir talebesi olan Abdullah bin Abbas bu Cennet anını şöyle anlatıyor:
“Bir gece teyzem Meymûne’nin evinde kaldım. Resulullah Sallallâhü Aleyhi Vesellem hanımı ile bir süre soh-bet etti, sonra istirahata çekildi.
“Gecenin son üçte biri olunca uyandı, oturdu, gökyü-züne baktı (şu âyetten başlayarak) ‘Muhakkak ki, göklerin ve yerin yaratılışında ve gece ile gündüzün değişmesinde akıl sahipleri için Allah’ın varlık ve birliğine, kudret ve rahmetine işaret eden pek çok delil vardır’ Âl-i İmrân Sû-resinin sonuna kadar okudu.

“Sonra kalktı, abdest aldı, misvak kullandı ve on bir rekât namaz kıldı. Sonra Bilal ezan okudu, akabinde Resulullah (a.s.m.) evden çıktı ve sabah namazını kıldı.”

Efendimizin (a.s.m.) hanımı Meymûne annemiz, Hz. Abdullah’ın teyzesiydi. Bunun için bazı geceler Hz. Ab-dullah teyzesinin evinde kalıyordu.

Peygamberimiz (a.s.m.) her haliyle bir insandı şüphe-siz. Çocuk oldu, genç oldu, ileri yaşlara ulaştı ve nihâyet yaşlandı. Ama onu yaşlandıran unsurlar başkaydı. Onun üzerinde yaşlılık izlerinin sebebi ayrıydı. Hayat yükü, dünya meşgalesi, iş güç ve aile derdi değildi. O Kur’ân’ın gerçek muhatabıydı. Kur’ân onun ruhuna ve kalbine öyle tesirler vücuda getiriyor, onu öyle bir hale sevk ediyordu ki, vücut çizgilerini değiştiriyordu.

Bir seferinde Hz. Ebû Bekir (r.a.), Resulullah Sallallâhü Aleyhi Veselleme sordu:

“Yâ Resulallah, yaşlandınız.”Resulullah Sallallâhü Aleyhi Vesellem şöyle buyurdu-lar:
“Hûd Sûresi, el-Vâkıâ, ve’l-Murselâtü, Amme yetesâelûne ve İze’ş-şemsu kuvvirat Sûreleri beni yaşlandırdı.”

Bu sûreler kıyametin dehşetini, azametini ve kâinatın alacağı o korkunç şekli anlatıyordu. Kur’ân’ın ifadesiyle “Çocukları ihtiyarlatan o gün” kıyamet günüydü.

Öyle ki, kıyamet gününün azametini anlamak için sa-dece Tekvîr Sûresinin şu âyetlerini okumak yeterlidir:

“Güneş dürülüp toplandığında,
“Yıldızlar döküldüğünde,
“Dağlar yürütüldüğünde,
“Gebe develer başıboş kaldığında,
“Vahşi hayvanlar bir araya toplandığında,
“Denizler tutuştuğunda,
“Ruhlar bedenleriyle birleştiğinde,
“Diri diri gömülen kız çocuğuna, hangi suçu yüzün-den öldürüldüğü sorulduğunda,
“Amel defterleri açıldığında,
“Gök yerinden kaldırıldığında,
“Cehennem kızıştırıldığında,
“Cennet yakınlaştırıldığında,
“Herkes o gün için ne hazırladığını bilmiş olacaktır.” (1-14. âyetler)

Peygamberimiz (a.s.m.) Kur’ân’ı o kadar tatlı, o kadar içten, o kadar güzel ve mükemmel okurdu ki, Sahabiler kendilerinden geçercesine dinlerler, içleri, dışları, bütün âlemleri ap aydınlık olur, nurlarla dolardı. Bu duygularını anlatırlarken de aldıkları zevki ifade etmeden geçemiyorlardı.

Cübeyr bin Mut’im anlatıyor:

Bir akşam namazında Resulullah Sallallâhü Aleyhi Vesellemin Tûr Sûresini okuduğunu işittim. Okurken şu, “Yoksa onlar bir yaratıcı olmaksınız mı yaratıldılar? Veya kendi kendilerini mi yarattılar? Yoksa gökleri ve yeri on-lar mı yarattı? Doğrusu onların düşünüp iman etmeye ni-yetleri yoktur. Yoksa Rabbinin hazineleri onların yanında mı? Veya kâinatın tedbir ve idaresini onlar mı ele geçir-di?” (35, 36 ve 37. âyetler) meâlindeki âyetler gelince (İbni Mut’im der ki: hayranlığımdan) kalbim yerinden fırlaya-cak gibi oldu.”
Peygamberimiz (a.s.m.) hiç ara vermeden, belli bir dü-zen içinde, belli bir miktarda her gün Kur’ân okurdu. Hangi halde olursa olsun, hangi şartlarda bulunursa bu-lunsun, Kur’ân okumak onun hiçbir zaman ihmal etme-diği bir âdetiydi.

Hadiste geçtiği şekliyle bu bir “hizb”di. Bu hizb, bizim bildiğimiz şekliyle beş sayfa mıydı, yoksa daha mı faz-laydı, onu bilemiyoruz.
Efendimizin (a.s.m.) bu sünnetini de Evs bin Huzeyfe es-Sekafî anlatıyor:
Resulullah (a.s.m.) her gece yatsı namazından sonra gelir, bizimle sohbet ederdi.

Bir akşam geç kaldı ve her zamanki vakitte gelemedi. Daha sonra teşrif etti.
“Yâ Resulallah, bugün geç kaldınız” dedim.

Buyurdular ki:

“Bugün Kur’ân-ı Kerîmden her zaman okumakta olduğum hizbimi okumamıştım. Hatırıma geldi, okumadan çıkmak istemedim.”

Sabah olunca Resulullah (a.s.m.) Sahabilere,
“Siz Kur’ân’ı kaç hizbe ayırıyorsunuz?” diye bir soru tevcih etti:
“Üç, beş, yedi, dokuz, on, on bir, on üç ve kısa sûrele-rin hizbi” dediler.
Peygamberimizin (a.s.m.) her gün Kur’ân’dan sayfa-larca okuduğu olurdu. Yatsı ve sabah namazları gibi na-mazların her rekâtında uzun sûrelerden birisini okurdu. Sahabiler de en küçük bir bıkkınlık göstermeden takip ederdi. Ama bazen öyle anlar olurdu ki, bir âyetten fazla okuyamazdı.

Hazret-i Ebû Zer anlatıyor:

Resulullah (a.s.m.) bir gece sabaha kadar namazda bir âyeti tekrarladı. Âyet şuydu:

“Eğer Sen onları azaba çarptırırsan, şüphesiz onlar Senin kullarındır. Ve eğer onları bağışlarsan, şüphesiz Sen Aziz ve Hakimsin.”

Efendimizin (a.s.m.) bu âyeti tekrar etmesi havfullahta, Allah korkusundan ne kadar yüksek bir derecede oldu-ğunu gösterdiği gibi, aynı zamanda biz günahkâr ümmeti için de fiili bir şefaat talebiydi.

Peygamberimiz (a.s.m.) Kurân âyetlerinin mânâlarına göre hareket ederdi. Kur’ân onun için aynı zamanda bir dua ve niyaz kitabıdır, bir münacat ve iltica kitabıdır. Bundan dolayıdır ki Efendimiz (a.s.m.), Kur’ân’ı Rabbiyle konuşur gibi okurdu. Yerine göre Allah’ın rahmetini di-ler, duruma göre Allah’a sığınır, âyetlerin gelişine göre Rabbine olan tesbihini arttırırdı.
Peygamberimizin (a.s.m.) bu halini Hazret-i Huzeyfe şöyle anlatıyor:
“Resulullah Sallallâhü Aleyhi Vesellem gece namazını kıldı. Namazdaki okuyuşunda bir rahmet âyeti geçtiği zaman Allah’tan rahmet dilerdi, bir azap âyeti geçtiği za-man da Allah’a sığınırdı, Allah’ın noksanlıklardan uzak ve temiz olduğunu bahseden bir âyet geçtiği zaman da Allah’ı tesbih ederdi.”
Ebû Leylâ Hazretleri de bu esnada Peygamberimizin (a.s.m.) hangi duayı okuduğunu şöyle haber veriyor:

“Resulullah Sallallâhü Aleyhi Vesellem geceleyin nafile namaz kılarken ben de onun yanında namaz kıldım. O kıraatinde bir azap âyeti okudu. Âyetin bitiminde ‘Eûzü billâhi mine’n-nâri ve veylün li-ehli’n-nâr (Cehennem ateşin-den Allah’a sığınırım, Cehennemliklerin vay haline!)’ bu-yurdu.”

Peygamberimizin (a.s.m.) ders halkasından hiç ayrıl-mayanlardan birisi de Hz. Enes’tir. Aynı zamanda Peygamberimizi (a.s.m.) Kur’ân okurken en çok dinleyenlerden birisidir.
Hz. Katade, Enes bin Malik’ten Peygamber Efendimi-zin (a.s.m.) Kur’ân okuyuşunu merak eder. Der ki:

“Ben Enes bin Malik’e Resulullahın (a.s.m.) Kur’ân o-kuyuşunu sordum.

Şöyle cevapladı:


“Resulullah (a.s.m.) uzatmaya elverişli olan harfleri okurken sesini uzatırdı.”

Kur’ân’da bazı özel ve özellikli âyetler vardır. O âyet-ler okunduğu zaman peşinden dua anlamında bazı şeyler söylemek gerekir. Bu âyetlerin hangileri olduğu ve oku-nunca nelerin söyleneceğini de Peygamberimizden (a.s.m.) öğreniyoruz. Bu âyetlerin içinde çoğumuzun bil-diği Tîn Sûresinin son âyeti vardır.

Ebû Hüreyre anlatıyor. Resulullah Sallallâhü Aleyhi Vesellem buyurdular ki:
“Sizden kim Vettîni ve’z-zeytûni sûresini okuyup son âyeti olan ‘Eleysallâhü bi-ahkemi’l-hâkimîn (Allah, hâ-kimlerin hâkimi değil mi?)’ (8. âyet) âyetine gelince, ‘Belâ ve ene mine’ş-şâhidîn (Evet, ben buna şahitlik edenlerde-nim)’ desin.

“Kim de ‘Lâ uksimu bi-yevmi’l-kıyâme’yi okuyup son âyeti olan ‘Bütün bunları yapan Allah ölüleri tekrar di-riltmeye kâdir değil midir?’ âyetini de okuyunca, ‘Belâ ve izzeti Rabbinâ (Rabbimin izzetine and olsun, evet, kadirdir, gücü yeter)’ desin.

“Kim de Mürselât Sûresini okuyup da en sonundaki ‘Artık bundan sonra onlar hangi söze inanacak?’ (50. âyet) âyetini de tamamlayınca, ‘Âmennâ billâhi Teâlâ (Allahu Teâlâya inandık)’ desin.”

107- Müzzemmil Sûresi, 4
128- Kıyamet Sûresi, 16-18
129- Neml Sûresi, 92
130- Nahl Sûresi, 98
131- İsrâ Sûresi, 106
132- Buharî, Ezân:57
133- Tirmizî, et-Tâc, 4:251; Kenzü’l-Ummâl. 1:573
134- Müzzemmil Sûresi, 17
135- Tecrid-i Sarih Tercemesi, 11:189
136- İbni Mâce, İkametü’s-Salât:178
137- Mâide Sûresi, 118; İbni Mâce, İkametü’s-Salât:179
138- İbni Mâce, İkametü’s-Salât:179
139- İbni Mâce, İkametü’s-Salât:179
140- İbni Mâce, İkametü’s-Salât:179
141- Kıyame Sûresi, 40
142- Ebû Dâvud, Salât:154


Kur'an’da bir çok argo ve küfürlü ayet var, bunun hikmeti nedir?

Allah onları kahretsin! (Tevbe 30 - Munâfikûn 4) Akılsızlar! (Bakara 13 ve 142 - Şuarâ 224) Yalancılar! (Zâriyat 10, 12 - Nahl 39 ve 105 - Mucâdele 18 - Munâfikûn 1- Mu'minûn 90 ve ali imrân, vâkıa, tevbe gibi bir çok sûre de geçmekte ) Maymunlar! (A'râf 166 - Bakara 65 - Mâide 60) Domuzlar! (Mâide 60) Hayvanlar hatta hayvandan'da aşağılıklar! (A'râf 179) Onlar, ancak hayvanlara benzerler, hattâ hayvandan'da sapıktır onlar (Fûrkan 44) Eşeğe (merkep) benzerler! (Muddessir 51 - Cuma 5) Pislikler! (En'âm 125 - Yunus 100 - Tevbe 125) Aşağılıklar! (A'râf 168, A'râf 166 - Kalem 10 - Bakara 65 - Mucâdele 18 - Nahl 27 - Munâfikûn 4 - Mu'min 60 v.s gibi daha bir çok sûre de geçmekte.) Canı çıkasıcalar! (kahrolası) (Muddessir 19-20) Alçaklar (Mucâdele 18) Yabani eşekler (Muddessir 51) Susamış develer (Vâkıa 55) Dilini sarkıtıp soluyan köpekler (A'râf 176) Lânet olsun geberesi yalancılara (Zâriyat 10) Reziller (Tevbe 14 - Nahl 27 - Tevbe 2 - Hûd 93 - Haşr 5 v.s gibi bir çok ayette geçmekte) Sapiklar (Vâkıa 51, 92 - Fâtihi 7 - Kasas 50 v.s gibi bir çok ayette geçmekte) Beyinsizler ("Sefih"; fıkıh'ta, beyinsiz-beyinsizlik anlamına gelir) (Bakara 13, 142) Onlar sanki elbise giydirilmiş Kütükler (huşubun) gibidirler. (Munâfikûn 4) Soysuzlar (Kalem 13) Kahrolasılar (Abese 17 - Burûç 4 - Zâriyât 10, 12) Kahrolun, elleri kurusun (Tebbet 111).

Kur'an'daki beddua ve lanetler, belli vasıflara sahip kimselere yöneliktir. Kur'an, şahıslardan ziyade vasıfları, düşünceleri, muhatap alır. Netice itibariyle öbür dünyada, insanların bir kısmı, Allah'ın rahmetine ve ihsanlarına kavuşur, cennete girer. Bir kısmı da, onun lanetine uğrar/rahmetinden uzaklaşır, onun gazabı ve azabının merkezi olan cehennem zindanına girer.

Allah'ın Kur'an'daki bu tür ifadeleri, aslında merhameten söylenen birer uyarıdır. Çünkü, kötülüğün ne olduğunu bilmeyen ondan nasıl uzaklaşabilir? İyiliğe rehberlik etmek nasıl bir yoldur.

Kaldı ki, Kur'an'ın bu gibi sert ifadeleri, inkârcılara yöneliktir. Küfür ve inkârcılık ise, Allah'ın bin bir isim ve sıfatlarına karşı bir meydan okuyuştur. Kâinatın binler belgesiyle hak ve hakikatin varlığına yaptığı şahitliği reddetmek anlamına gelir. Yüz binlerce peygamberin binler mucizelerini ve milyonlarca evliyanın milyonlarca keşif ve kerametlerini inkâr etmek hükmüne geçer. Özetle, küfür ve inkâr, Allah'ın bütün isim ve sıfatlarının hadsiz tecellilerini, kâinatın had ve hesaba gelmez şahitliklerini yalanlamak ve onların hukukuna saygısızlık olduğundan, bu sert ifadelerle onları uyarmak tam yerinde bir belagattır.

Sorularınıza gelince:

- “Kur'anda bir çok argo ve küfürlü ayet var” ifadesi, çirkin olduğu kadar, çok yabancı bir kimliği ele veriyor.

- Bir çok söz vardır ki, hikmet nazarıyla bakıldığı zaman, çok hikmetli göründüğü halde, haylaz ve aymaz bir bakışla bakıldığı zaman asıl kimliğinden uzaklaşmış olur.

Mesela, genel olarak insanların cinsel organlarından bahsetmek edebe aykırı kabul edilir. Fakat Tıp noktasından konuya bakıldığı zaman, son derece hikmetli ve bilimsel bir konuyla karşılaştığınızı hissedersiniz.

- Kur’an-ı hakim, bütün kâinatın yaratıcısı olan yüce Allah’ın kelamıdır. Onun için onda “argo, küfür” bulunmaz. O hikmetli sözleri, hikmet bağlamından kopardığınız zaman, bir insan sözüne indirgeyip öyle algıladığınız zaman, hikmet yerine nikmet bulursunuz. Çünkü, insanda öyle bir tahvil mekanizması vardır ki, elması kömüre, altını bakıra dönüştürür.

- Allah’ın nezih sözlerini önyargı ve cehalet kombinasyon merkezinde kimyevî bir tepkimeye tâbi tutarsanız, hem aklınızın hem de kalbinizin kimyasını bozarsınız.

- Allah’ın kelamına bakarken, hikmet dürbününü, edep gözlüğünü takmak çok önemlidir. Gözlüğün rengi, görmenin rengini değiştirir.

- Bir de –ifadelerin güzel veya çirkin olmasında- sözcüklerin bağlamları kadar, onları kullanan kimsenin durumu da etkin bir rol oynar.

Mesela; -yaş-makam-mevki bakımından- büyük olan bir kimsenin kendisinden küçük olan birine “Aferin!” demesi, çok güzel bir başarı ödülü kabul edilirken, küçük bir kimsenin büyük bir kimseye “Aferin” demesi, edep dışı çirkin bir laubalilik kabul edilir.
Yine; yüksek bir makamda bulunan bir yetkilinin suçlu olan bir kimse hakkında kullandığı “sert ifadeler”, onun sorumluluğuna uygun, makamına münasip, haşmetine yakışır, başkalarının hak ve hukukunu muhafaza arzusuna muvafık, suçluların suç işleme cesaretlerini kırma noktasındaki caydırıcılık amacına mutabık düştüğü için insanlar tarafından makul karşılanır. Fakat aynı “sert ifadeyi”, bir normal vatandaştan duymak, çok olumsuz etkiler bırakır.

Lütfen bu bilgileri gönlünüzün cebine koyun, gösterdiğiniz ayetlerin yüzüne yeniden bakın. İsterseniz, hep birlikte bakalım:

1. Tevbe 30. ayette şöyle denilmiştir: “Yahudiler; ‘Üzeyir Allah’ın oğludur’ dediler. Hıristiyanlar da: ‘Mesih, Allah’ın oğludur’ dediler. Bu onların ağızlarında geveledikleri sözlerden ibarettir(yoksa hiçbir değeri yoktur). Onlar, sözlerini daha önce geçmiş kâfirlerin sözlerine benzetiyorlar. Hay Allah kahredesiler! Nasıl da haktan batıla döndürülüyorlar.”

- Kendilerine, -Allah’ın birliğini, çoluk-çocuktan beri olduğunu belirten- kitap ve peygamber gönderilmesine rağmen, kalkıp da eski kitapsız bazı kâfirlerin sözlerine benzer söz söyleyerek Allah’a çocuk isnat ederek iftira edenler hakkında “Allah kahretsin!” demek, gerçekten çok hafif kalıyor. Bu da Kur’an’ın nezih ifadesinden kaynaklanıyor.

- Bununla beraber, Kur’an Arapça diliyle gelmiş ve insanlara hitap eden bir kitap olarak, özelde Arapların, genelde bütün insanların istimal ettikleri deyimleri kullanması kadar tabii bir şey olabilir mi?

- Allah’ın bu kâfirane iftiralara olan kızgınlığının boyutunu yansıtan bu ifadeyi, “argo-küfür” olarak değerlendirmek, edebe aykırı olduğu gibi edebiyata da aykırıdır.

2. Münafıkûn 4. ayette de “iki yüzlü, Müslümanları alçakça sindirmeye çalışan, onlara karşı sinsice düşmanlık yapan” münafıklar için de aynı ifade kullanılmıştır; “Allah kahretsin/Allah belalarını versin.”

Burada bir şey daha ekleyelim ki, bu ifade –insanlar tarafından kullanılan bir “beddua” olduğu gibi, aynı zamanda ve gerçekte bu onlar hakkında ilahî bir ihtar, akıbetleri hakkında bir ihbar olup, “Allah onların belasını verecek, onları kahr-u perişan edecek” demektir.

3. Bakara 13. ayette: “Ne zaman onlara/münafıklara; ‘Şu -güzel- insanların iman ettiği gibi siz de iman edin” denilse, “Yani o akılsız/ beyinsizlerin inandıkları gibi mi inanalım?” derler. “Asıl beyinsizler kendileridir de farkında değillerdir”.

Allah’a, onun kitabına, peygamberine iman edenleri “beyinsiz/akılsız” olarak lanse eden bu kendini bilmez inkârcılara, aynı şekilde mukabele etmek “asıl beyinsizlerin onlar olduğunu” vurgulamak, ne diye argo olur ki? Küfür bunun neresinde var?

4. Bakara 142. ayette şu ifadeler vardır: “Akılsız insanlar, ‘Bu Müslümanları daha önce yöneldikleri kıbleden çeviren sebep nedir?’ diyecekler.”

Bu ifadede ehl-i kitabın yeni Müslüman olmuş bir kısım Müslümanların midesini bulandırmak, dinlerine karşı tereddüt uyandırmak için, “daha önce yöneldikleri kıble olan Mescid-i Akasa’dan Kâbeye yönelmelerini” bahane ederken, aslında Allah’ın hükmüne itiraz ediyorlardı. Her şeyi bilmiş havasına giren ve İslam’ın ön gördüğü bu kıble değişikliğini hikmetsiz göstermeye çalışan bu insanlara nasıl cevap verilmeli? Bu kıble işini abesle iştigal olarak değerlendiren, dolayısıyla, İslam peygamberini ve Müslümanları “beyinsiz” olarak lanse eden bunlara en az misliyle mukabele edip “beyinsizler” diye nitelemekten daha dengeli, daha âdil hangi ifade gösterilebilir?

5. Zariyat, 10-12 ayetlerde şöyle denilmiştir: “O kahrolası yalancılar sarhoşluk ve cehalet içinde ne yaptıkları bilmeden atıp tutarlar. Bir de alay ederek: ‘Ne zaman o hesap günü?’ diye sorarlar."

Şimdi elinizi vicdanınıza koyun ve bir düşünün; “Gösterdiği bir çok mucizelerle Allah’ın elçisi olduğunu ispat eden Hz. Muhammed’i, kırk yönden mucize olduğu İslam alimleri tarafında ispat edilen Kur’an’ı yalanlayan ve alay konusu yaparak “Ne zaman o hesap günü? Geleceğini söyleyip durduğunuz kıyamet günü ne zaman?” diye küstahlık eden bu iftiracılara karşı “yalancılar” vasfını kullanmanın neresinde yanlışlığın olduğunu yeniden gözden geçirin.

6- Maymunlar! (A'râf 166 - Bakara 65 - Mâide 60)

Bakara 65. ayette şöyle buyurlmuştur: “İçinizden cumartesi günü haddi aşanları elbette bilirsiniz. Biz böyle (maymun iştahıyla aymazlık) yapanlara; ‘Aşağılık maymun olun dedik”.

Olayın özeti şudur: “Deniz sahilinde oturan bir kısım Yahudilerin yaptıkları azgınlık sebebiyle, Allah onları sebt/cumartesi günü imtihanıyla imtihan etti. O gün balık avlamaları yasaklandı. Fakat imtihanın bir gereği olarak, cumartesi tatili yaptıkları gün, balıklar onlara akın akın gelirdi. Tatil yapmadıkları diğer günlerde ise, gelmezdi”(bk. Araf, 7/163). Bu maymun iştahlılar, Allah’a karşı bile kurnazlık yapma yolunu denediler, cumartesi günü balık avlama yasağına uymuş gibi yaparak, balıkları o gün avlamıyor, onları yaptıkları bir havuzda biriktiriyorlardı, cumartesi bittikten sonra balıkları o havuzdan toplamaya başlıyorlardı. Daha sonra bizzat sebt/cumartesi gününde de balık avlamayı helal saydılar(bk. Hazin, ilgili ayetin tefsiri).

- İşte Allah’ın bunlara maymun damgasını vurması, onların haylaz psikolojilerine, aymaz karakterlerine son derece uygun düşmüştür.

- Verilen ceza ne kadar işlenen suçun karakterine uygun olursa veya yapılan azarlama ne kadar suçlunun psikolojik durumuna muvafık olursa, o nispette fiilî bir belagat ve sözlü bir fesahat olur.

7- Domuzlar! (Mâide 60)

Bu ayette, Yahudiler için üç damga vurulmuştur: Sebt/cumartesi günü yasağını çiğnedikleri için maymun, Hz. İsa’nın duasıyla gökten kendilerine inen Allah’ın semavî ziyafetini hafife alıp nankörlük etmelerinden ötürü domuz, buzağıya taptıkları için de “Tağuta tapan”lar damgasını yemişlerdir(krş. Razî, Nesefî, ilgili ayetin tefsiri).

- Bu damgaların her biri, işlenen suçun karakterini yansıtması bakımından son derece mânidardır.

8- Hayvanlar hatta hayvandan da aşağılıklar! (A'râf 179) Onlar, ancak hayvanlara benzerler, hattâ hayvandan da sapıktır onlar (Fûrkan 44) Eşeğe (merkep) benzerler! (Muddessir 51 - Cuma 5)

Araf 179. ayette; “cehennemlik olan cinlerin ve insanların yaptıkları yanlışları sıralanıyor ve Allah’ın kendilerine verdiği kalp, göz ve kulaklarını nasıl su-i istimal ettikleri vurgulanıyor.”

Ardından da Allah’ın bu güzel nimetlerini yerli yerince kullanmayan bu grupların hayvandan daha aşağı bir konuma düştükleri anlatılıyor.

- Bir azarlama veya uyarının en büyük amacı, aynı suçun tekrarlanmasını engellemek, caydırıcılık görevini yapmak, doğruya yönlendirmek ve başkasına da ondan ders çıkarma fırsatını tanımaktır. Bu açıdan bakıldığında, suç-uyarı ifadeleri arasında eşsiz bir güzellik, bir belagat var olduğu görülür:

İnsanlarla hayvanlar arasındaki açık fark şuradan kaynaklanıyor:

a. Hayvanın da insan gibi yüreği vardır, fakat aynı adla ifade edilen idrak, kavrayış ve anlayış sahibi manevî bir kalbi yoktur.

b. Hayvanların da insanlar gibi gören gözleri vardır. Fakat, gözün gördüğünü analiz edecek bir idrakten yoksundur.

c. Hayvanın da insan gibi duyan kulakları vardır. Fakat duyduklarını –insanlar gibi- akıl süzgecinden geçirip bir sentez yapma kabiliyetinden mahrumdur.

İşte bu gibi ayetlerde “hayvandan da aşağı düşme” hükmü, Allah’ın insanlara bahşettiği manevî donanımlarını boş yere israf eden kimseleri tanıtmaya yöneliktir. Hikmet dolu bu ilahî ifadeyi, insanların birbirine karşı kullandığı “hayvan herif!” gibi sözcüklerle aynı görenler, yerden göğe haksızdırlar.

9- Pislikler! (En'âm 125 - Yunus 100 - Tevbe 125)

Bu ayetlerdeki “Rics” kelimesi, sözlük anlamı itibariyle kir, pislik anlamına gelebilir. Fakat ayette bunun kastedilmediği açıkça anlaşılmaktadır. İbn Abbas’a göre, buradaki “Rics”ten maksat şeytandır. Mücahid’e göre hayırsız şey demektir. Ata’ya göre, azap anlamındadır. Zeccac’a göre, dünya ve ahirette Allah’ın rahmetinden uzak olmak anlamına gelir(bk. Râzî, En’am, 125. ayetin tefsiri).

Meallerde de bu kelime farklı tercüme edilmiştir:

“Allah, imandan yüz çevirenlerin başına işte böyle belâ ve sıkıntılar yağdırır.”

“İşte Allah böylece iman etmeyenlere rüsvaylık verir”

“Allah inanmayanları işte böyle kötü duruma sokar.”

- Bununla beraber, “pislik” sözcüğü, Türkçe’de “kir” olarak da ifade edilir. Küfür ve sapıklığın insan ruhunu, aklını kirleten bir manevî virüs olduğunu ifade eden Kur’an’ın bu ifadesine karşı itiraz etmek hangi akla hizmettir? Anlamak mümkün değildir. Doğrusu, art niyet başlı başına ruhu kirleten bir önyargı virüsüdür.

10- Aşağılıklar! (A'râf 168, A'râf 166 - Kalem 10 - Bakara 65 - Mucâdele 18 - Nahl 27 - Munâfikûn 4 - Mu'min 60 v.s gibi daha bir çok sûre de geçmekte.)

Bu ifade de cumartesi günü yasağını çiğneyen Yahudiler hakkında kullanılmıştır. Maymun gibi daldan dala konan; -Allah’ın kendilerine gönderdiği kitaplara ve kendi içlerinden çıkmış peygamberlere rağmen- "bir yandan buzağıya tapan, bir yandan peygamberleri öldüren, bir yandan–Hz. Musa’dan- kendileri için putlardan tanrı edinmeyi öneren, bir yandan cumartesi yasağını çiğneyen, daha nice nice suçlar işleyen bu insanların maymun iştahlıklarını ve aşağılık komplekslerini” açığa vuran “aşağılık maymunlar” ifadesini tenkit etmeye yeltenenler, önce bu ifadenin kullanıldığı bağlamı, oradaki hikmeti öğrenseler, kendileri için çok büyük faydalar sağlar.

11- Canı çıkasıcalar! (kahrolası) (Muddessir 19-20)

Bu ayetler Velid İbn Muğire hakkında inmiştir. Bu kişinin –Kur’an’daki- dosyası oldukça kabarıktır. Burada da şu iftirayı yapmaktan çekinmemiştir. “Bu kur’an, eskiden beri büyücülerden nakledilen bir büyüden ibarettir. Bu, insan sözünden başka bir şey değildir”(Muddessir, 24-25).

Olayın özeti şudur: Velid, aslında Kur’an’dan çok etkilenen meşhur bir edip idi. Kur’an’ın beşer üstü bir taraftan geldiğini vicdanında hissediyordu. Fakat toplumdaki itibarını kaybetmemek için, Kur’an hakkında ne diyeceğini şaşırmış, sonunda onun olağanüstü etkisini “büyü” diye nitelendirmişti.

Kur’an’da şu ifadeler, bu olayı seslendirmektedir: “O düşündü, ölçtü, biçti... Kahrolası, nasıl da ölçtü biçti! Hay kahrolası! Nasıl da ölçtü biçti! Sonra baktı... Derken suratını astı, kaşlarını çattı... Sonra da sırtını döndü, kibrinden kabardı, arkasına bakmadan çekip gitti! ‘Bu, büyücülerden nakledilen büyüden ibarettir. Bu, beşer sözünden başka bir şey değildir’ dedi” (Muddessir, 18-26).

-Allah’ın kendisine lütfettiği onlarca nimete karşı nankörlük eden, Kur’an’ın lehinde şahitlik eden vicdanındaki sesi duymazlıktan gelen, sırf toplumdaki makam-mevkiini koruma adına gerçeği bile bile saptıran ve bir çok insanın da kanmasına sebep olan bu herif hakkında kullanılan “Kahr olasıca” ifadesini çok görenler, acaba onun namına ödül mü bekliyorlar?

12- Alçaklar (Doğrusu; Yalancılar) (Mucâdele 18)

Bu ayette iki yüzlü münafıkların rezil durumlarına işaret edilmiştir. Bunların her iki dünyada da iki yüzlü davranacakları vurgulanmıştır. Çünkü, yalancılık bunların iliklerine kadar işlemiştir. İşte bunların Kur’an’da çizilen profili:

“Allah’ın hepsini dirilteceği gün, -onlar dünyada Müslüman olduklarına dair size yemin ettikleri gibi-, Allah’a da yemin edecek ve bununla bir şey elde edeceklerini sanacaklar. İyi bilin ki onların işi gücü yalan söylemektir”(Mucâdele 18).

- Hem dünyada hem ahirette yalan yere yemin edip iki yüzlülük yapanlara, “yalancı” demek, ne zamandan beridir ayıp sayılıyor?

13- Yabani eşekler (Muddessir 51)

“Ne oluyor onlara ki bu öğütten, bu irşaddan(Kur’an’ın irşadından) arslandan ürküp kaçan yaban eşeği gibi kaçıyorlar?”(Muddessir, 49-51).

Burada bir iki noktaya işaret edeceğiz:

- Bu benzetme Araplarda kullanılan bir temsildir. Bir konuya karşı vurdum duymaz olarak davranan, ondan ısrarla uzak duran, etkisinde kalabilirim diye onu dinlemekten kaçan kimsenin bu tavrı için “arslandan ürküp kaçan yaban eşeği gibi kaçıyor” denir(krş. İbn Aşur, ilgili ayetlerin tefsiri).

- Bazı Müşriklerin, –etkisinde kalırız diye- Kur’an’ı dinlemekten çekindikleri bilinmektedir. Bu teşbih/ benzetme, -gerçek olup olmadığına bakmadan, sırf bir inat uğruna- Kur’an’ı dinlemekten çekinen insanların akıllarından zorlukları olduğunu vurgulamaktadır(krş. Alusî, ilgili ayetlerin tefsiri).

- Bir inat uğruna, geleneksel putçuluk adına, akıllarını bir kenara bırakıp Kur’an’ın hak ve hakikati ders veren beyanlarına karşı sağır olup kalanların bu durumunu, “arslandan ürküp kaçan yaban eşeği gibi kaçıyorlar” benzetmesiyle tasvir edilmesi gerçekten çok harika düşmüştür. Özellikle, o uçsuz-bucaksız çöllerde “arslandan ürküp kaçan yaban eşeğinin –şuursuzca- hiç arkasına bakmadan kaçışını” tasvir eden bu misal, dinleyenlerin zihinlerinde silinmez bir ahmaklık profilini kazımıştır. Bunların bu ahmakane sarhoşluklarını, bundan sonraki ayetten takip edelim: “Bu beyler, bu öğütle(Allah’ın indirdiği bu Kur’an’la) yetinmeyip üstelik her biri kendisine mahsus özel kitap, özel ferman isterler!” Yani her birisinin gönlünde yatan bir peygamber olmaktır. İşte buyurun cenaze namazına!

14- Susamış develer (Vâkıa 55)

Bu ifade inkârcıların cehennemdeki çektikleri türlü türlü azaplarından sadece birinin tasvirdir. Öyle başka azaplar var ki, “Susamış develer gibi kaynar sudan içmek”, onun yanında “deveden kulak” bile olmaz.

Konuyla ilgili tasviri Kur’an’dan dinleyelim:

“De ki: Öncekiler de, sonrakiler de belli bir günün, belli vaktinde mutlaka toplanacaksınız. Sonra siz ey doğru yoldan sapanlar ve hak dini yalan sayanlar! Zakkum ağacının meyvesinden yiyecek, karınlarınızı onunla dolduracak, üstüne de kaynar su içeceksiniz!

Hem de susamış develerin suya saldırışı gibi saldırarak içeceksiniz. İşte hesap gününde onlara ikram edilecek ziyafet! Sizi yaratan Biz’iz, hâlâ bu gerçeği kabul ve tasdik etmeyecek misiniz?(Vakıa, 49-67).

- İnsan sormadan edemiyor, “susamış develer” benzetmesini cehennemlik olan kâfirlere yakıştırmayanlar, acaba oradaki ziyafet sofrasında nasıl bir menü beklerler?

15- Dilini sarkıtıp soluyan köpekler (A'râf 176)

Burada çok önemli bir psikolojik hadiseden söz edilmektedir. İnsanların zihninde iyice yerleşsin diye, benzetme yoluyla bu psikolojinin tahlili söz konusudur. Önce Konunun özetini Kur’an’dan takip edelim;

“Onlara, kendisine âyetlerimiz hakkında ilim nasip ettiğimiz kimsenin de kıssasını anlat: Evet, o adam bu ilme rağmen o âyetlerin çerçevesinden sıyrıldı, şeytan da onu peşine taktı, derken azgınlardan biri olup çıktı. Eğer dileseydik, onu o âyetler sayesinde yüksek bir mevkiye çıkarırdık, lâkin o, dünyaya saplandı ve hevasının esiri oldu. Onun hali tıpkı köpeğin durumuna benzer: Üzerine varsan da dilini sarkıtıp solur; kendi haline bıraksan da yine dilini salar solur! İşte bu, tıpkı âyetlerimizi yalan sayan kimselerin misalidir. Sen olayı onlara anlat, olur ki düşünüp kendilerine çekidüzen verirler.”(Araf, 7/175-176).

- Bu kıssa, sanki ilim asrı olarak bilinen bizim çağımız için yeni indirilmiş gibidir.

Evet, üç asırdan beridir, ilimden, fen ve felsefeden gelen bir sapıklıktır almış yürüyor. Bilimsellik şemsiyesi altında -gerçek ilim güneşinden nasibini almayan- bir sürü cahiller gölgeleniyor.

- Bu cehalet asrında, ilmin namusunu, ideolojik düşünce dünyalarına peşkeş çeken, Kur’an güneşinin ışığı karşısında “bilimsellik kılığındaki dilini sarkıtıp soluyan nice materyalist akıl fukaraları vardır! Bunların “bilimsellik “görüntüleri, halkın nezdinde onları –maalesef- bir cazibe merkezi haline getirmiştir.

- Masum insanları bunların şerrinden korumak, tuzaklarından uzak tutmak için, onların bu “bilimsellik” maskelerini düşürüp, gerçek imajlarını ortaya koymakla mümkündür. “Onun hali tıpkı köpeğin durumuna benzer: Üzerine varsan da dilini sarkıtıp solur; kendi haline bıraksan da yine dilini salar solur!” tasviri, bu gibi heriflerin imajını sarsmaya yöneliktir.

- Bunlar,fizik alanında kendilerini yetkin gördükleri gibi, metafizik alanda da kendilerini yetkin görürler. Her sahada dillerini sarkıtıp dururlar.

- Bu misal, dinini dünyasına, ilmini hülyasına kurban eden kimselerin hüsranını yansıtan büyüleyici bir örnektir. Bu benzetmenin verdiği dehşet karşısında sarsılması gereken bizler, kalkıp bunu göz ardı edip, yalnız “köpek” sözcüğüne takılanları daha objektif bir muhakeme gücünü kazanmaya davet ediyoruz. Çünkü, böyle bir psikolojik saplantıya girme fantezisini yaşayacak kadar vaktimiz yoktur.

16- Lânet olsun geberesi yalancılara (Zâriyat 10) Reziller (Tevbe 14 - Nahl 27 - Tevbe 2 - Hûd 93 - Haşr 5 v.s gibi bir çok ayette geçmekte)

Ayetin meali; “O kahrolası yalancılar sarhoşluk ve cehalet içinde ne yaptıklarını bilmeden atıp tutarlar. Bir de alay ederek: “Ne zaman o hesap günü?” diye sorarlar”(Zariyat, 51/10).

- Öncelikle belirtelim ki, ayette: “Lânet olsun geberesi..” ifadesi yoktur.

“kahrolası yalancılar” diye tercüme edilen asıl metin olan “kutile el-Harrasûn” ifadesi, bir fiil bir özneden ibarettir. “Kutile” fiili, “ölsün, kahrolsun” manasına gelir. “el-Harrasûn” kelimesi ise, “yalan uydurmak için çaba harcayanlar” anlamına gelir. Ayetin ilk muhatapları, müşriklerdir. Bunlar, Hz. Muhammed(a.s.m)’in peygamberliğini kabul etmemek için hakikatlerden gözlerini yummuşlardı. Fakat, elinde Kur’an gibi eşi benzeri olmayan bir kitap olduğu için buna da bir kılıf uydurmak gerekiyordu. Bunun için Peygamberimize(a.s.m) bazen kâhin, bazen şair, bazen büyücü diyor, bununla –şeklen de olsa- kendilerini veya başkalarını tatmin etmeye çalışıyorlardı.

İşte Kur’an, onların bu uydurmaca iftira kampanyalarına karşı, onlara “kahrolası yalancılar” demiştir. Bu büyük iftira kampanyasına karşı, bu sözün neresi kaba veya ağırdır?

- Bununla beraber, çok önemli bir nokta da şudur: “Kahrolası”nın bir anlamı “Allah sizi mutlaka öldürecek” demektir. Bu ihbar, alay ederek: “Ne zaman o hesap günü?” diye soran iftiracılar için şok edici bir şamardır. Çünkü, insanların küçük kıyametleri olan ölümleri, büyük kıyametten haber verdiği gibi, her gece uykuyla ölenlerin sabahleyin uyanmaları da, onların ölümden sonra bir gün mutlaka mahşer sabahında da diriltileceklerini göstermektedir.

- Bu gibi hikmet parıltılarını ders veren Kur’an’ın semavî mesajlarını samimi olarak anlamaya çalışmak yerine “Allah neden kâfirlere kahrolsun, diyor” tarzında, lüzumsuz abesle iştigal etmek gerçekten akl-ı selim işi değildir.

17- Sapıklar (Vâkıa 51, 92 - Fâtiha 7 - Kasas 50 v.s gibi bir çok ayette geçmekte)

Kur’an’da genel olarak iki yol çiziliyor: Birincisi; Kur’an’ın çizdiği dosdoğru yol. İkincisi; şeytanın çizdiği eğri-büğrü yol. Birinci yolun yolcularına hidayete erenler, ikinci yolun yolcularına ise, dalalete düşenler denir. Diğer bir ifadeyle; dosdoğru olanlar, sapık olanlar.

Sapık sözcüğü, bir Kur’an terminolojisi olarak, Türkçe’deki “sapık” sözcüğünden farklıdır. Biri yergidir, biri sövgüdür. Aslında, fatihanın sonunda yer alan “dallîn” sözcüğü, “dalalete düşenler, hak yoldan sapanlar, yollarını şaşıranlar, doğru yolu kaybedenler” gibi sözcüklerle de ifade edilebilir. “Sapıklar” tabirini kullanma zorunluluğu da yoktur.

Şunu da unutmamak gerekir ki, “yalancılara yalancı, doğrulara doğru” demek doğruluğun, samimiyetin göstergesidir.

18- Beyinsizler ("Sefih"; fıkıh'ta, beyinsiz-beyinsizlik anlamına gelir) (Bakara 13, 142)

Not: Bunun açıklaması, 3. maddede vardır.

19- Onlar sanki elbise giydirilmiş Kütükler (huşubun) gibidirler. (Munâfikûn 4)

İki yüzlü münafıklar için bundan daha güzel bir benzetme yapılamaz. Daha fazla söze hacet yok, ilgili ayetleri okumak yeterlidir:

“Onları gördüğünde kalıpları kıyafetleri senin hoşuna gider, onları beğenirsin. Konuştuklarında sözlerine kulak verirsin. Gerçekte ise onlar, âdeta duvara dayatılan, ruhsuz kütüklere benzerler. İçleri boş, ödlek olduklarından çıkan her sesten pirelenir, her yeni haberi kendi aleyhlerinde sanırlar. Onlar düşmandır, onlardan sakın! Allah belalarını versin onların! Nasıl da hakikatten vazgeçiriliyorlar.”

20- Soysuzlar (Kalem 13)

Soysuz, bağlandığı belli bir kökü olmayan demektir. Kur’an’ı eskilerin masalları olarak gören kimsenin bu konuda bağlandığı ilmî bir kökü, aklî bir dalı, vicdanî bir delili, ikna edici bir belgesi olduğunu iddia eden varsa, buyursun çıksın meydana! İşet ayetler;

“Sakın uyma: Servet ve hanedan sahibi diye, o bol bol yemin eden, değersiz adama! O gammaz, söz gezdiren, hayrın önünü kesene, o saldırgana, günaha dadanmışa! Şerefsiz, kaba, hem de soysuz olana! Kendisine âyetlerimiz okunduğunda ‘Bu eski insanların masalları!’ diyene, yakında onun burnunu dağlayıp damga basarız”(Kelem, 68/10-16).

21- Kahrolasılar (Abese 17 - Burûç 4 - Zâriyât 10, 12)

Allah’ın rahmeti müminler için, kahrı da kâfirler içindir. Bu iş sadece sözde kalmaz, bizzat fiili olarak da gerçekleşir. Ayette bu gerçek vurgulanmıştır:

“Kahrolası kâfir insan, ne nankördür o!”(Abese, 17). Burada “Kahrolası kâfir insan " şeklindeki yergi ifadesiyle genel olarak insanlığın değil, Peygamber'le yaptıkları tartışmalarda yeniden dirilmeyi inkâr eden putperestlerin, bir rivayete göre özellikle Ebû Leheb'in oğlu Utbe'nin kastedildiği belirtilmektedir. Âyetlerde gerek söz konusu kişiye gerekse yeniden dirilmek konusunda tereddüdü olan herkese, insanın hiç yokken varlık alanına nasıl çıkarıldığı hatırlatılmakta, böylece insanlar düşünme ve inanmaya teşvik edilmektedir.

- Acaba, Allah’ın sözlü “kahr” ifadesine tahammül gösteremeyenler, bizzat fiilî olarak kahrının uygulamasına nasıl tahammül edebilirler! Beyler! İşin şakası yoktur; Allah’ın rahmetinin oluk oluk aktığı cennet, bütün güzelliğiyle biz insanları beklediği gibi, Allah’ın kahrının yıldırım gibi çapıp durduğu cehennem de yine biz insanları bekliyor. Şu var ki, Allah’ın hoşnutluğunu kazananlar cennete, nefretini kazananlar da cehenneme gireceklerdir.

22- Kahrolun, elleri kurusun (Tebbet 111)

Kur’an’da, Ebu Leheb’in Hz. Peygamber(a.s.m) için kullandığı ifadeler aynıyla kendisine iade edilmiştir. Üstelik bu beddua tutmuş ve Ebu Leheb imansız ölmek suretiyle Kur’an’ın bu gaybî ihbarını fiilen tasdik etmiştir.
Bu surenin mana şümulünde Ebu Lehebin zatında kıyamete kadar onun zihniyetinde ve islama zıt olan insanların durumu açıklanmıştır. Ebu leheb bunlardan birisidir. Dolaysıyla bu surede vurgu yapılan sadece fani ve ölümlü bir insanın hatalarını anlatmak değil bu vesileyle bu tür hatalara düşmemek için kulları uyarmaktır.

Hem Allah Kur'anda kullarının anlayacağı üslupta konuşmaktadır ki buna "tenezzülat-ı ilahiye" denir. İnsanlar kendi aralarında beddua gibi kınama ifadelerini kullanmaktadırlar. Allah da Kullarının anlayacağı şekilde, hata yapan bir kulunun hatasına vurgu yapmak ve diğer kullarına bildirmek için hatanın derecesine göre şiddetli ifadeler kullanmaktadır. Bu şekilde kullarını o hatalara karşı uyarmaktadır. Hem, İslama karşı olan peygamberin amcası da olsa iltimas görmeyeceğine işaret vardır.

Bize düşen, fuzuli olarak lüzumsuz ukalalık edip, ileri geri konuşmak değil, Ebu Leheb gibilerin durumuna düşmemek için gece-gündüz Kur’an’ı yakından tanıyıp onun emir ve yasakları çerçevesinde hayatımızı tanzim etmektir. Eminiz ki, Kur’an’a karşı samimi yaklaşanlara Kur’an da kucak açar ve esrarını, hikmetlerini onun akıl ve kalp kabına boşaltmaktan uzak durmaz.

Kur’an-ı Kerim'de neden anne babaya iyilik etmek geçiyor da, onlara itaat etmek geçmiyor?

İhsan itaatin üstünde, daha ötesinde bir şeydir. İyilikte bulunmak, iyi davranışlar sergilemek anlamına gelir. İyi davranış, sevgi ve saygıyı içine alan bir kavramdır. Saygı ve sevgiyle yaklaştığınız ve iyilik yaptığınız bir kimseye, zaten itaat etmeyi çoktan yapmışsınız demektir.

Ayrıca Kur’an’da “anne-babanıza öf demeyin” deniliyor.

“Rabbin şöyle buyurdu: Allah'tan başkasına ibadet etmeyin. Anneye ve babaya güzel muamele edin. Şayet onlardan her ikisi veya birisi yaşlanmış olarak senin yanında bulunursa sakın onlara hizmetten yüksünme, "öf!" bile deme, onları azarlama, onlara tatlı ve gönül alıcı sözler söyle. Şefkatle, tevazu ile onlara kol kanat ger ve şöyle dua et: "Ya Rabbî, onlar küçüklüğümde nasıl beni ihtimamla yetiştirdilerse, ona mükâfat olarak Sen de onlara merhamet buyur!" (İsra Suresi, 17/23-24)

“Öf” demeyi yasaklayan Kur’an-ı Hakim, bu ifadesiyle, en ufak bir itaatsizliğe bile müsaade etmediğini ortaya koymaktadır.

Yine aynı ayetlerde, “onlara karşı tevazu kanatlarınızı gerin” denilmek suretiyle onlara karşı saygıda kusur etmemize asla müsamaha gösterilmeyeceğine işaret edilmiştir.

Evet, Allah’ın emir ve yasaklarına aykırı olmayan konularda onlara itaat etmeliyiz. Şayet hikmete aykırı gördüğümüz müdahaleleri veya tavsiyeleri varsa, onları yumuşak bir üslupla ikna etmeye çalışmalıyız. Şartlar elvermediği zaman meselenin şekli değişir. Allah bile “hiçbir kimseyi güç yetiremeyeceği bir şekilde yükümlü tutmaz” (Bakara Suresi, 2/286)

Bizim varlığımıza sebep olan anne-babalarımızın, çocukluğumuzda bize yapmış oldukları izzet-ikrâmı, koruyup yetiştirmek için olan çırpınmaları, bu yolda çekmiş oldukları zahmet ve meşakkatleri, göstermiş oldukları şefkat ve merhameti düşünüp, onlara kul-köle olmalı, ikrâm ve ihsanda kusur etmemeye çaba göstermeliyiz.

Allah, onlara karşı -yukarıda mealini verdiğimiz İsra Suresi'nde geçen ayette- beş vazifemizi sıralıyor ve sanki şöyle buyuruyor:

1. Kendilerine karşı gücenip de “öf“ demenize bile razı değilim! Sizden, onların bütün ezalarına-cefalarına, sıkıntı ve meşakkatlerine karşı sabretmenizi istiyorum!

2. Onların bir emri, bir teklifleri-istekleri olduğunda; gücün yettiği kadar onları yerine getir. Ve sakın onları reddedip, isteklerini, arzularını geri çevirme!

3. Anne-babanıza güzel ve tatlı sözler söylemekle, onların gönlünü hoş ediniz. Güler yüzlü ve tatlı sözlü bulununuz. “Anneciğim! Babacığım!” gibi hürmet ve nezaket ifade eden sözlerle onların gönüllerini fethediniz. Bu nedenle onları üzecek ifadelerden ve konuşmalardan sakının.

4. Onlar için şefkat ve merhametten doğan tevazu kanatlarınızı yere sererek/döşeyerek, onlara karşı kibir ve gururdan uzak olunuz.

5. Sadece bunlarla yetinmeyip yine de ki: Ey Rabbim! Ne olur, anneme-babama Sen merhamet et! Çünkü onlar, en aciz ve zayıf olduğum çocukluk dönemimde beni bağırlarına basıp terbiye ettiler! Beni, himaye edip büyüttüler. Allah’ım! Sen de yüce lütuf ve ihsanlarınla muamele buyurarak, onlara merhamet eyle!

Fakat bütün bu dikkat, riayet, hassasiyet ve hizmetler, onların gözlerine girip, itimatlarını kazanıp, onların servetlerini elde etmek veya diğer varislerden mal kaçırmak için olmamalı… Yalnızca rıza-i İlâhi’yi kazanmak için olmalıdır. Hizmetlerimizin dış görünüşü içimize uygun olmalıdır. Yani bu hizmetleri menfaat için değil, Allah rızası için yapmalıyız.

Anne-baba fasık, günahkar ise onlara itaat nasıl olmalıdır?

Soru
Anne-baba fasık ise, onlara itaat nasıl olmalı? Dinimiz, anne babayı razı etmeden cennetin olmayacağını söylüyor. Fakat anne baba ilahi kuralları hiçe sayıyorsa onlara itaat olabilir mi? Benim ebeveynime göre gıybet, küfür, kalp kırma sıradan şeyler. Hal böyle olunca onlara göstermem gereken saygı olmadığı gibi günden güne nefretim büyüyor. Onları razı etmenin öncelikli yolu sevmekten gecer. Sevgi saygıyı doğurur. Saygı itaati... Bu zincir olmadan itaat olmaz, olsa da riya olur. Ne önerirsiniz? 
Esma Bintu Ebî Bekr (radiyallahû anha) anlatıyor: "Henüz müşrik olan annem yanıma geldi. nasıl davranmam gerekeceği hususunda Hz. Peygamber (aleyhissalatu vesselam)'den sorarak :"Annem yanıma geldi, benimle (görüşüp konuşmak) arzu ediyor, anneme iyi davranayım mı?" dedim. "Evet" dedi, "ona gereken hürmeti göster. " (Buharî, Hibe 28, Edeb 8, Müslim, Zekat 50 (1003); Ebu Davud, Zekat, 34 (1668)

Hadiste zikri geçen, Esma'nın annesi hakkında birçok münakaşalar var. Bizim için hadisin ifade ettiği ahkam mühimdir. Anne ve baba kafir olsa bile onlara karşı insani vazifelerimizi, evlatlık alaka ve hürmetini göstermek gerektiği anlaşılmaktadır. Hatta bu hadisten kafir bile olsa anne ve babaya nafaka vermenin vacip olduğu hükmü çıkarılmıştır.

Kafir bile olsa anne ve babaya karşı hürmet etmek ve nafaka vermek meselesinin ehemmiyeti şuradan anlaşılmaktadır ki, yukarıdaki hadis üzerine vahiy gelmiş ve mesele Kur'an-ı Kerîm'de hükme bağlanmıştır. "Sizinle din hususunda muharebe etmemiş, sizi yurtlarınızdan da çıkarmamış olanlara iyilik, onlara adaletle muamele etmenizden Allah sizi men etmez. Çünkü Allah, adalet yapanları sever." (Mümtahine sûresi, 8. ayet)

Müşrik bile olsa anne ve babaya hürmet hususunda şu ayet daha açıktır: (Mealen) " Eğer onlar (ebeveyn) sence ilimde (yeni) olmadık herhangi bir şeyi bana eş tutman üzerinde seni zorlarlarsa kendilerine itaat etme. Onlarla dünyada iyi geçin. Bana dönenlerin yoluna uy…" (Lukman sûresi, 15. ayet).

Bu açıklamalara göre müslüman olan bir anne baba ne kadar günahkar olursa olsun onlara saygı ve hürmette kusur etmemek lazım geldiği kendilinden anlaşılır.

İtaat etmek ayrıdır, isyan etmek ayrıdır. Allah-u Teâlaya isyan olmadıkça anne-babaya mutlak itaat emredilmiştir. O halde Allah’ın emrine aykırı olmayan her isteklerini yerine getirmek gerekir. Allah’ın emirlerine aykırı olan isteklerine ise uyulmaz. Ama isyan da edilmez. Bu istekleri yerine getirilmez ve sessiz kalınır. Hürmet ve saygı devam eder.

Kalpleri çeviren Allah’tır. Ona iltica etmek gerekir. Çocukların anne babalarına gösterdikleri bu sevgi, saygı ve hürmet onların kalplerinin yumuşamasına neden olabilir. Hedef ve gaye onları kazanmak olmalıdır.
Dinimiz teyze ve dayıyı anne yerinde, hala ve amcayı da baba yerinde kabul etmiştir. Bu sebeple onlara hürmet ve saygı anne babaya yapılmış gibi kabul edilmiştir. Onların haram isteklerine uyulmaz. Fakat saygı, hürmet ve sılayı rahimde kusur etmemek gerekir.

Diğer akrabalara gelince, sıla-i rahmi kesmek doğru değildir. Günahkâr da olsa onlarla ilişkiyi kesmek yerine tedavi etmek için çalışmak gerekir.

İyi günde iyi insanlarla herkes kardeşlik yapar. Önemli olan en zor zamanlarda kardeşlik yapmak ve kardeşini kötülükleri ve günahı içinde bırakmamaktır. Gerçek vefa gerçek dostluk ve kardeşlik budur.

İnanç yönünden bâzı kusurları, İslâmî yaşayış bakımından birtakım eksiklikleri olan akarabalarımızın, imkân nispetinde bu eksikliklerininin telâfisine çalışmak, onları hakka ve hakikata ısındırmaya gayret etmek bize düşer.

Cenâb-ı Hakkın da Peygamberimize tavsiyesi açıktır: "Önce en yakın akrabalarına hakkı tebliğ et" (Şuarâ Sûresi, 214.) Bu İlâhî tavsiye hepimiz için geçerli değil midir?

 
  Bugün 12 ziyaretçi (24 klik) kişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol